YAŞLI KADIN, KOLESTEROL VE YUMURTA ÜZERİNE FELSEFİ DÜŞÜNCELER
Felsefesi eksik bir bilim
anlayışı her zaman
karanlıkta kalmaya
mahkumdur.
‘…Kolesterol ve trigliserit düzeyi oldukça yüksek çıkan yaşlı bir teyze test sonuçlarını eline aldığında sinirlerine yenik düşmüş ve kendi kendine hastane koridorunda söylenmeye başlamıştı:
‘ Bu yaşta bir de bununla mı uğraşacağım, zaten bizim adamda (aslında herif diyordu) hasta, bütün bunların arasında bir de bu çıktı. Nasıl uğraşacağım hepsiyle; yumurta yeme, yağlı yeme, kuruyemiş yeme ben ne yapayım şimdi, zaten dişlerim dökülmüş, romatizmam var, böbreklerim de iyi çalışmıyor…’
Yaşlı kadının yanına yaklaşıp:
‘Boş ver teyze sen kan yağlarının yüksekliğine aldırma, az da olsa yumurtanın[1], yağlı yemeklerin fındık, fıstık, ceviz gibi besinlerin kan yağlarını ve kolesterolü yükseltemediğini, tam tersine yüksek kolesterolü[2] olanlarda kalp hastalıkları riskini azaldığını gösteren çeşitli araştırmalar da var. Hatta kolesterolün masum olduğunu düşünen araştırmacıların sayıları gün geçtikçe artıyor, sen canını sıkma ve keyfini kaçırma’ dememek için kendimi zor tutuyordum.
Zamanın verdiği yorgunlukla titreyen dizlerini sakinleştirmeye çalışan yaşlı kadın, elindeki bastona dayanarak koridor boyunca yavaş yavaş ilerledi ve gözden kayboldu.
Bilim tarihi de tıpkı insanlar gibi, kendi içinde dönemsel yanılgılarından, zaman içinde tecrübeler kazanarak adım adım ilerlemişti; şu an bakıldığında bilimle, tıpla ilgili tarihsel yanılgılar oldukça üzücü ve can sıkıcı görünüyordu.
Tarihsel yanılgılar elbette kaçınılmaz olarak yaşanmak zorundaydı fakat tarihsel yanılgılar yaşanırken mutlaka birileri de kaçınılmaz olarak her zaman zarar görüyordu.
Bilim ve insanlık tarihinde her zaman yaşanmış çatışmalar ve çekişmeler; bir bakıma varolmanın vazgeçilmez unsurlarından biri olarak her zaman karşımıza çıkmaktadır, insanlık varolduğu sürece de çıkmaya devam edecektir.
Şu andaki bilgilerimize göre önemsiz, değersiz görünen bir çok konu, bilgi ve araştırmaların, bilim adamlarının bir ömür boyu hayatını yönlendirmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bilim insanları konuları farklı modellerle ve paradigmalarla (düşünce düzlemi-zihin haritası) ele almak ve hatta varolan güncel düşünce sistemleriyle çoğu zaman çatışmak zorundadır. Çatışmaların varolmadığı bilimsel bir zeminde, bilim adına gelişmelerin beklenmesi belki de bu nedenle çoğu zaman anlamsız bir beklenti olarak kalır.
Aslında bilim felsefesi açısından şu an varolan ve insanlara ‘doğru bilgi’ olarak sunulan kolesterol teorisine çok dikkatli bakıldığında, bir çok olgusal gerçekle çatıştığı çeşitli bilimsel araştırmalarla da ortaya koyuluyor. Günümüzde kabul edilen kolesterol teorisinin tam zıttını oluşturan çeşitli düşünceler, bilimsel çalışma ve araştırmalar kendini çok uzun bir vadede doğru bir noktaya yerleştirecek gibi görünse bile, bu oldukça zor olacağa ve bilim insanlarını gerçekten uğraştıracağa benziyor.
Peki bu sırada yaşlı kadın ne olacak?...
İnsan yaşamında yer alan her konuda olduğu gibi bazen bilimde de zorunlu olarak çatışma ve çekişmelere girilmeden gerçeklere ulaşılamaz. Düşünce ve fikir çatışmaları bu açıdan değerlendirildiğinde, tartışmaların dozu bazen kaçsa, çok sıkıcı görünse de aslında gerçektende çatışmaların gerekli ve kaçınılmaz olduğu ortaya çıkar. Çünkü düşünsel olarak güzel olan tartışmalardan ve farklı düşünceleri kapsayan değişik paradigmalardan (farklı düşünme zemini) çok değerli bilimsel sonuçlar çıkartılabilir.
Bazen ortaya çıkan yeni ve farklı olan paradigma üzerinde veya düşünce farklılıklarında ortaya çıkan çatışma ve çekişmelerin akıl ve mantık rayından çıktığı da olur. Bu duruma bilim tarihinde oldukça sık rastlanır. Söz konusu farklı düşünce düzlemini (paradigma) ortaya koyan araştırmacıya karşı takınılan tavır ve davranışlar bazen eşit olmayan bir noktaya taşınır ki, işlerin karıştığı nokta işte o noktadır. Ulaşılan noktada akıl ve mantık yoluyla olması gereken bilimsel çatışmalar anlaşılmaz bir şekilde yön değiştirir ve bilim adına yapılan araştırmalar, söz konusu düşünce sahiplerine gün geçtikçe acı vermeye başlar. Ve gizliden gizliye uğraştığınız bilimsel problemin yanı sıra, farklı düşüncelerinize gösterilen mantık dışı yaklaşımlar ister istemez canınızı sıkar. Yeni bir şey söylüyorsanız, eskilerin çoğu kaprislerini çekmek zorundasınızdır, ayrıca sizi ve düşüncelerinizi küçümseyen bakışlara karşı düşündüğünüzden çok daha dirençli olmanız gerekir. Sadece bu da yeterli değildir: Bireysel kendini beğenmişlik, sosyal statü, ekonomik kazanç, kıskançlık, kırgınlık ve korku gibi bir çok psikolojik ve sosyolojik faktör, söz konusu yeni ortaya çıkan düşüncelerin tartışılması sırasında devreye girer. Söz konusu düşünce, tartışma ve çekişmeler ‘insanlara faydalı olma’ eksenine oturmadan önce sayısız engellerle ve zorluklarla karşılaşılabilir.
Ortaya çıkan her bilimsel paradigma öncelikle varolan genel durumu eleştirmekle işe başlar. Kendi bilimsel doğrularını ortaya koyarken, varolan bilgilerle sürekli olarak çatışmak ve çelişmek zorundadır. Bilgi elbette zor elde edilir bu yüzden gelenekselleşmiş, kabullenilmiş bilgi ve davranışlara ait paradigmalar ‘çabucak’ gözden çıkarılamazlar ve eski paradigmayı savunan bireyler tarafından ‘yeni paradigma veya teori’ye karşı ilk önce ilgisiz davranılır, çoğunlukla umursanmaz hatta bazen de yeni görüşe karşı aşağılayıcı ve küçümseyici bir tavır takınılır.
Tıp bilimi tarihinde öylesine ilginç olaylara rastlanır ki; şu andaki varolan düşüncelerinizle hiçbir şekilde kavranamaz, bağdaşamaz ve bizleri şaşkınlığa uğratır. Örneğin bazı akıl ve beyin hastalıklarını düzeltebilmenin en iyi yolunun hastanın kafatasında bir delik açmak olduğu (trepanasyon) düşüncesine, geçmiş zamanın çok ünlü hekimleri 16. yüzyıla kadar anlaşılmaz bir şekilde inanmış ve yüzyıllar boyunca bu yöntemi hasta üzerinde ‘tedavi’ adıyla uygulamışlardır. Bu uygulamanın kesin tarihi bilinmemekle birlikte, bazı mısır mumyalarında bile kafatası delinmiş iskeletler ve konuyla ilgili cerrahi aletlerin bulunduğu söylenmektedir. Şu an ki bilgilerimizle, biz bunun böyle olmayacağını elbette biliyoruz. Anlayamadığımız şey böyle bir düşünceye, eski dönemlerde insanların nasıl ulaştığı ve kendilerine göre nasıl bir bilimsel mantık kurduğu değil, tam tersine bu düşünce zeminin (paradigmanın) nasıl hiç değiştirilmeden yüzyıllar boyu hekimler tarafından nasıl devam ettirildiği, yüzyıllar boyu tedavi alanında gündemde nasıl kalabildiği sorunudur.
Geçmiş yüzyıllarda sağlık alanında kafatasını delme (trepanasyon), damardan kan akıtma (flebotomi)[3] ve benzeri şekilde uygulanan çeşitli tedavilerin, muhtemel olumlu sonuçlarındaki rastlantısal gelişmelerde her ne kadar küçük bir şans faktörü olarak etkili olsa da, olumsuz gelişmelerde yani tedavide zarar gören, ölen bireyler çoğunlukla o zamanlar hiçbir şekilde dikkate alınmıyordu.
Hekimler için Hipokrat, böyle bir kompozisyonda hasta yararına olabilecek farklı bilgiler ve önerilerde de bulunuyordu. ‘Hipokrat yemini’ ısrarla bir olgunun üzerinde şekilleniyor ve Hipokrat meslektaşlarını uyarıyor, ‘Primum nihil nocere’ diyordu: Önce zarar verme! Hem hekim hem de hastaya ait karmaşık duygu ve düşünceler arasında temel bir dengeyi sağlamayı hedefliyordu bu söz...
Organizmayı çok iyi tanımak ve anlayabilmek gerekiyordu. Bilmediğin veya o an için akıl yoluyla kavrayamadığın bir olguyla karşı karşıya kalırsan, hiçbir şekilde hastaya müdahale etme. Çünkü sadece akıl yoluyla kavrayabildiğin yaşamsal olgular içerisinde insanlara ve insanların sağlığını yeniden kazanmasına yardımcı olabilir, onları gerçekten tedavi edebilirsin. Henüz yeterince kavrayamadığın organizmaya ve canlıya ait çeşitli birbirine zıt olgularla karşılaştığında, yapacağın her hangi sıradan bir müdahale, hastanın kendisine yarardan çok daha fazla zarar verebilir. İşte bu yüzden, hastayı tedavi etmeden önce düşünülmesi gereken tek bir olgu var; uygulamak istediğin tedavide hastanın öncelikle varolan nesnel durumunun daha fazla bozulup bozulmayacağını düşünmek gerekiyor. İşte bu yüzden primum nihil nocere…
Bilim dünyasında ortaya çıkan herhangi bir yeni olgu, teori, hipotez, paradigma veya davranışa temkinli yaklaşılır, bu nedenle bazı yeni düşünceler genellikle doktorlar tarafından biraz zor kabul edilir.
Bu konuda sayısız örneğini tıp tarihi kitaplarından sizler kendiniz de bulabilirsiniz. Ameliyathanelerde ve hastalarında ‘steril çalışmayı’ ön plana çıkartan, cerrahi müdahale ve ameliyat sonrası hasta ölümlerinin bakteri kökenli olduğunu iddia eden, doktorların hasta ameliyatlarından önce mutlaka sterilizasyona, temizliğe önem vermeleri gerektiğini düşünen, doktorların müdahale öncesi ellerini ve kullandığı cerrahi aletleri bakterilerden arındırması gerektiğini iddia eden, aslında kendisi de bir cerrah doktor olan Joseph Lister (1827-1912) yaşadığı ve doktorluk yaptığı zamanlarda çeyrek yüzyıl kadar, alaycı ve acımasız bir şekilde eleştirilmişti. Üzücü olan ise çoğu acımasız eleştirilerin aynı görevi yapan doktor arkadaşlarının oluşturduğu gruplar tarafından yapılması ve bilimi, özellikle tıp bilimini korumak adına eleştirileren hekimlerce ortaya koyulmasıydı. İleri sürdüğü zamana göre radikal sayılabilecek bu ve benzeri bazı düşüncelerden sözde bilimi korumak isteyen doktor ve araştırmacıların amacı, gerçekten de bilimi korumak mıydı, yoksa mevcut durumu devam ettirme ve değişimi direnme nedenlerinin psikolojik kökenleri var mıydı dersiniz?
Bilimin korunması sizce hangi ilkelere göre olmalı?..
Her zaman yeni paradigmalar, hipotezler ve teoriler ortaya çıkar ve zaman içinde bilgi yavaş yavaş süzülür, insanlara oldukça zor aşamalardan geçerek ulaşır. Fakat unutulmaması gereken nokta, bilim alanının dinlerden (teoloji) çok daha önemli bir farkı olduğunu görebilmektir. Temel fark bilimin kendini sürekli yenilemesinden ve dinamik olmasından kaynaklanır ve bilim kendi hatalarını giderebilme mekanizmasına sahiptir. Bilim her tür düşünceyi, zaman içinde etkileme gücüne sahiptir. Farklı bir deyimle bilimin kendi dinamikleri karşısında hiçbir bilimsel bulgu, kanun, teori ve hipotez değişmez, değiştirilemez değildir. Bu düşüncelerin tersini iddia eden, hiçbir bilim adamı veya bilim felsefecisi bulamayacağınızdan emin olun! Bilim kapsadığı, etkisini hissettirdiği hiçbir alanda statik (durağan) değil, dinamiktir. Yeni ortaya çıkabilecek bilimsel bir bulgu bildiğiniz bütün kanunları, teori ve hipotezleri değiştirebilir, bilim ve bilimin gizli güzelliği, vahşi cazibesi de aslında burada ortaya çıkar.
Bilim gelişebilmek için her zaman olmasa da çoğunlukla yeni paradigmalar, farklı düşünceler bekler ve bu tarihsel olarak çeşitli dönemlerde sürekli tekrarlanır. Yeni sayılabilecek, değişim ve değiştirme gücüne sahip potansiyel bilgilerin ortaya çıkamadığı bazı dönemler, bilimin inançlaştırıldığı, düşüncelerin kalıplaştığı ve sertleştiği dönemlerdir. Yeni düşünceler ortaya çıktığında bilimle uğraşan insanlar bu yüzden istemeden de olsa oldukça sık karşı karşıya gelir ve çatışırlar; eski ve yeni düşüncelerin kavgası vakit geçirmeden başlar.
Bazen çok uzun zaman alsa da, bu söz konusu, farklı bilimsel alanlarda ortaya çıkabilen kavgaları tek bir şey, sadece bir şey sona erdirebilir ve tartışmayı bitirebilir: Matematik… Matematiğin sınırlarını ortaya koymadığı, matematiğin varolmadığı bir alanda kimse ‘pozitif bilim’ olgusundan da söz edemez!.
Fakat, her şeye rağmen matematiğin inkarı güç etkisine karşı da bazı durumlarda pozitif bilimler dirençle ve engellerle karşılaşabilir, bu durum bir süre (!) devam edebilir. Einstein ünlü ‘izafiyet (görecelilik-rolavite)’ teoremini ilk yayınladığında, o günün yaşayan ünlü fizikçi ve çeşitli bilim adamları tarafından, Einstein’ın teorisine karşı 100’den fazla kitap yayınlandığını okuyucu olarak unutmayın! Bilimsel bir önerme, teori veya hipotezde karşılaşılan temel zorluk çoğu zaman matematiksel eksiklikler veya yanlışlıklar olmayabilir.
Önerilen her hangi bilimsel yöntemin-deneyin-hipotezin-teorinin doğru ve yanlışlığı hakkında düşünce üretmesi gereken kişiler, doğal olarak o günün varolan ve yaşayan araştırmacılarının bizzat kendileridir. Bu dönemlerde karşınıza çıkabilecek ilginç durumlara mutlaka hazırlıklı olmalısınız. Bazı (sözde bilimsel) gerekçeler ileri sürülerek, bilimsel araştırmalar yoluyla konu üzerinde gerçekten etkili olması gereken bireyler, konuyu ele almamak için direnebilirler. Halk deyimiyle konuyu ‘es’ geçmek için şaşırtıcı bir katı tutum, bilim anlayışına yakışmayan ilginç (statik) bir duruş sergilerler. Bilimsellik iddiası ve sıfatlarını taşıyan bazı bireylerin, sunulan bilimsel verilere değil, genellikle araştırmayı yapan bireylere takılması, olayların mutlaka bir şekilde kişiselleştirilmesi ve bir şekilde mutlaka karşılıklı çıkarlar ekseninde çatışmalara girilmesi böyle dönemlerde en büyük etkendir. Bu gibi durumlarda bilimsel düşünceleriniz, araştırmalarınız ve çalışmalarınız oldukça hazin ve üzücü sonuçlarla da karşılaşabilir.
Bugün genetik biliminin kurucu sayılan G. Mendel’in çalışmaları işte bu nedenle Mendel yaşarken bir türlü gündeme gelememiştir. İsimleri kitaplarda çok fazla belirtilmeyen bazı bireyler tarafından, (sözde bilimsel) gerekçeler ileri sürülerek G. Mendel’in çalışmaları bir anlamda çöpe atılmış, ölümünden yaklaşık 30 yıl sonra tesadüf eseri meraklı bir araştırmacı olan William Bateson tarafından ortaya çıkarılmıştır ve yeniden yayınlanmıştır. Sonuçta kim ne derse desin; genetik bilimi en az 30 yıl gecikmeli olarak, modern bilim dünyasının harika renkleri arasına katılmıştır. Genetik biliminin geçmişi ve geleceği üzerine tartışılırken, söz konusu gecikme ve gecikmeye neden olan olaylar ve kişiler çoğunlukla göz ardı edilirler. ‘Genetik çalışmalar, Mendel’le birlikte 30 yıl önce başlasaydı bilim dünyasında neler olabilirdi, genetik bilimi daha ne kadar gelişebilirdi?’ gibi ütopik bir soru üzerine, günümüz uzmanları sanırım hiçbir şekilde spekülasyon yapmak istemeyecektir.
Buradan bilim adına çıkarılacak temel sonuç az çok bellidir: Bilimin evrensel gelişimi hiçbir dönem ve hiçbir zaman tamamıyla durdurulamaz, ama bilimin gelişimi yavaşlatılabilir ve insanlara ulaşması geciktirilebilir.
Ortaya çıkan yeni bilgilerin insanlara ve insanlığa ne gibi yeni ufuklar, yeni düşünceler ortaya çıkaracağı üzerinde genellikle hiç durulmaz. Bunun en trajik başka örneği; güneşin dünya çevresinde değil, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü iddia eden Kopernik’in teorisini inkar edilmesi zor bir şekilde kanıtlayan bilim sevdalısı Galileo’nun başına gelenlerdir.
Siz de bilirsiniz, hepimiz zaman zaman gökyüzüne ve yıldızlara bakarız. Normal koşullarda; gökyüzüne bakıldığında gerçekten güneşin dünya çevresinde döndüğünü düşünmeniz, sahip olduğumuz ve çok güvendiğimiz muhteşem duyularımızın yanılgısına en güzel örneklerden birini oluşturur. Duyuların yanılması ve yanıltılmasına bildiğiniz gibi kitaplarda illüzyon adı verilir. Bilimin görevi, farklılığı ise olarak burada başlar: Bilim gerçek anlamda bu ve buna benzer illüzyonları kavrama ve çözebilme yeteneğine sahip olmayı gerektirir. Genel olarak bilim anlayışımızın gelişmesinin ve ilerlemesinin temeli her ne kadar sahip olduğumuz duyuların varlığını ve duyularımızın derinliğini arttıran yapıları temel alsa da, bazen duyular ve algılar da yanılabilir. İşte böyle bir durumun sigortası matematiktir. Çünkü insanların sahip olduğu duyular, varolan koşullara göre zaman içinde şekillenmişlerdir. Fakat matematikle ilişkilendirilmiş bir bilim anlayışı, bazen duyularımızın yanılgısından kaynaklanan illüzyonları da çözebilme yeteneğini de kendi içinde barındırır.
Bir çok alanda yaşamın varlığı ve devamı, gerçekten de illüzyonlar bütünü olarak görünebilir, her şey bir bakıma inanılmaz, gerçek bir mucize gibidir. Düşünen insanlar için maalesef burada çok fazla seçme şansı yoktur: İnsanlar bu aşamada söz konusu yollardan birini tercih etmek durumunda kalırlar. ‘Yaşama katlanabilmenin iki yolu vardır, ya her şeyin mucize olduğunu kabul edecekler, ya da hiçbir şeyin mucize olmadığını’[4] kabul edeceklerdir. Her iki yol da insanların mutlu olmasını sağlayabilir. Fakat bilim ve bilim adamlarının buradaki yolu her zaman bellidir. Bilim mucizelere, illüzyonlara inanmaz ve inanmamak zorundadır. Buna bilim alanında görülebilecek illüzyonlar, göz ve akıl yanılmaları da dahildir.
İllüzyonlar her yerde bilginin, matematiğin eksik veya yetersiz kaldığı her alanda ortaya çıkabilir ki, buna bilimin kendisi de dahildir. Fakat bilim kendi içinde varolan illüzyonlarıda, kendi içinde çözebilmek için vardır. Duyuların yanılgısından kaynaklanan yanlış bilgileri de, bu nedenle bilim zaman içinde kendisi düzeltebilir.
Düşünün; varolduğunuz ve yaşadığınız topluma ‘siz yanlış görüyorsunuz, güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde döner, duyularınız yanılıyor’ diyeceksiniz. İnsanların duyusal algılarına göre doğru kabul edip inandığı bir bulgunun, bilimsel anlamda saçmalığı ve geçersizliğini ortaya koymaya gayretinin bilim adamı açısından sosyal boyutu, oldukça acı verici ve bir o kadar da düşündürücüdür.
Galileo’nun başına gelen işte budur.
Bu nedenle bilim adamları bazen ‘deli veya çılgın’ ön deyimiyle sadece sözel olarak karşılaşmakla kalmaz, bu yönde bazen ciddi bir şekilde, bilimsel düşünceleri nedeniyle geçmiş zamanlardaki cezaların en ağır şekliyle, ‘ölümle’ yargılanmışlardır. Galileo’nun ayrıca bize gösterdiği önemli nokta; delilik ve dahilik arasında görünmeyen ince, hassas ve şeffaf bir çizginin sosyal hayat içinde sürekli varolabileceği, hiçbir zaman ortadan kalkmayacağı gerçeğidir. Bir çok insan kendi duyularıyla güneşin dünya çevresinde döndüğünü görür, haklı olarak duyularına güvenir ve yanıldığını kabul etmek istemez! Olay bu kadar basittir. Matematiğin olmadığı, sadece duyuların temel alındığı ve bu nedenle insanların tümünün ‘yanlış’ düşündüğü bir ortamda sizin matematik, fizik veya astronomi bilimiyle ilgili ortaya koymuş olduğunuz ‘doğru’ kavramınız, içinde yaşadığınız toplumun büyük bir kısmı tarafından anlaşılmadığı için, düşüncelerinizden dolayı ‘deli’ olarak tanımlanmanız için son derece kolaydır. Kilise işte bu nedenle Galileo’yu suçlu bulmuştur. Duyuların yanılgısı kavrayabilenlerin dışında, büyük bir insan grubunun da kiliseyi ve kilisenin kararını desteklemiş olması işte bu yüzdendir. Galileo kilise dahil, yaşayan her bireyin bizzat kendi gözleriyle gördüğü, duyusal olarak hissettiği bir olgunun, temelden yanlış olduğunu iddia edecek kadar mükemmel bir cesaret göstermiştir ki asıl takdir edilmesi, görülmesi gereken, bir çok bilimcinin kavrayamadığı nokta burada ortaya çıkmaktadır; her bilim insanında olması gereken, zor anlaşılan çok özel ve mükemmel bir yetenektir bu….’[5]
Buradan her bireyin çıkaracağı sonuç farklı olacaktır...
Benim açımdan da öyle..
Birinci sonuç:
Nedendir bilinmez, kendisine yasaklandığı için yumurta yiyemeyen yaşlı teyzeyi bir daha hiç görmedim.
İkinci sonuç:
Yumurtayı[6] sevin diyecektim ama galiba çok geç kaldım….
Mevlüt Durmuş
Biyolog
20 temmuz 2008
KAYNAKLAR VE DİPNOTLAR
[1] Stephen B. Kritchevsky, PhD (2004). A Review of Scientific Research and Recommendations Regarding Eggs. Journal of the American College of Nutrition, Vol. 23, No. 90006, 596S-600S (2004). http://www.jacn.org/cgi/content/abstract/23/suppl_6/596S
[2] Emilio Ros, MD et al (2004). A Walnut Diet Improves Endothelial Function in Hypercholesterolemic Subjects. Circulation. 2004;109:1609-1614. http://circ.ahajournals.org/cgi/content/abstract/109/13/1609
[3] Kan akıtarak tedavi, enfeksiyonu olan hastaların damarları kesilerek bir süre kan akıtıldığında hastanın iyileşeceğine inanılırdı.
[4] Einstein söylediği bir söz. bkz Mevlüt Durmuş (2005) Kayıp Felsefe Genleri. Platin Yayınları.
[5] Manifesto; çarmıha gerilen molekül ve modern bilimin kolesterol masallarından…
[6] Luc Djoussé and J Michael Gaziano (2008) Egg consumption in relation to cardiovascular disease and mortality: the Physicians' Health Study. American Journal of Clinical Nutrition, Vol. 87, No. 4, 964-969, April 2008.
http://www.ajcn.org/cgi/content/abstract/87/4/964
Not: Şeker hastalığınız yoksa, haftada altı yumurta (6) kalp hastalıkları açısından risk taşımıyor ve kolesterolü yükseltmiyor…