28 Haziran 2008 Cumartesi

YALANA BAK: KOLESTEROL DAMARLARDA BİRİKİRMİŞ!...



EVVEL ZAMAN İÇİNDE
DAMARLARINIZDA ÇOK AMA ÇOK KOLESTEROL BİRİKİRMİŞ!..


'bazı uzman, konuyla ilgili kurum ve
kuruluşlara toplu cevap..'

Bazı uzmanlarımız hala eski alışkanlıklarını devam ettiriyorlar!...

Kolesterol molekülüne hala suçlu diyorlar, üstelik kolesterol damarlarda birikirmiş!...

Kocaman adamlar aynı masalı bıkmadan usanmadan her fırsatta tekrar tekrar anlatıyorlar.

O halde ben ve benim gibi düşünenlerin de aynı şekilde davranması, bıkmadan usanmadan sürekli yazması, eskimeye ve çürümeye yüz tutan kolesterolle ilgili evrensel yalanı fırsat buldukça kaynaklar göstererek insanlara hatırlatması gerekiyor.

Efendim neymiş, kolesterol molekülleri damarlarda birikir ve damar sertliği yaparmış…

Kolesterolün damar sertliği başta olmak üzere, çok çeşitli hastalıklar yaptığı konusunda ısrarcı olan ve kolesterolü suçlu gören çeşitli uzmanlar ya bilmiyor ya da bilerek isteyerek kasten büyük bir hata yapıyorlar. Kolesterol konusunda inat eden uzmanlar kendilerini hastalara ve insanlara karşı komik duruma düşürdüklerini göremedikleri gibi, tıp bilimlerinin ve tıp adamlarının saygınlığına zarar verdiklerinin bile farkında değiller.

Temelleri sağlam olmayan ‘kolesterol teorisini’ körü körüne inançla sahiplenmenin, sorgulama ihtiyacı duymayan bilim anlayışının kaçınılmaz sonucu bu. Bilim ve bilimsel düşünceler her zaman her koşulda sorgulanabilir olmalı, fakat ne yaparsanız yapın inanç haline getirilmiş düşünceler sorgulanamaz, yani kolesterol sorunu iddia edildiği gibi bilim değil artık bir inanç sorunu. Kolesterol konusu bilim sorunu olsa, bilimsel verilerin ışığında bu konu çoktan kapanmıştı...

Kolesterol teorisi tartışması bizim açımızdan çoktan bitti…

Hatırlayın Sağlık Bakanlığını kolesterol ve kolesterol düşürücü ilaçlara karşı (statinler) uyaran basın bildirimizi yaklaşık iki yıl önce yayınlamıştık. O günden bu güne farkındaysanız artık çok şey değişti ve değişmeye devam edecektir. Çünkü yurt içinde ve yurt dışından ilginç çalışmalar, araştırmalar arka arkaya gelmeye devam edecek.

Değişim, özellikle kolesterol konusunda kaçınılmaz ve zorunluluktur, bilim dediğiniz olgunun temel mantığı budur. Var olan gerçekliklerle bilimsel teoriler sürekli olarak çelişiyor ve çatışıyorsa, gerçeklik asla değiştirilemez mecburen teorinizi değiştireceksiniz başka yolu yok...

Artık bir zamanlar insanlara ısrarla yasaklanan çekirdek, fındık, fıstık, badem, ceviz, yumurta, tereyağı gibi besinler en azından yasak değil. Fakat çok saygın uzmanlarımızdan bazıları başlarını kuma gömdükleri için hala söz konusu yağlı besinleri, ortaya çıkan bütün araştırmalara rağmen hala yasaklayabiliyor.

Düşük veya ilaçlarla düşürülmüş kolesterol düzeylerinde kanser olasılığının arttığı çok çeşitli araştırmalarla gösterildi. Buna rağmen kolesterol düşürmek için ilaç kullanmakta ısrar eden uzmanlar, düşük kolesterol düzeylerinin risklerini hala hastalarına anlatmıyorlar. Ve ayrı bir yazı konusu olabilecek daha birçok şey...

Özetle kolesterol teorisi dökülüyor...

Çoğu bilim adamı ve konuyla ilgili ciddi dernekler (TKD) kolesterol konusunda farklı düşüncelerle ilgilenmediklerini ifade etmeye çalışsalar da, bilimsel açıdan çok şey kaçırdıklarını henüz kavramış, görebilmiş sayılmazlar.

Hızla geçen zamanın bu tartışmalarda kimleri haklı çıkaracağı konusu gerçekten merak uyandırıcı olsa da bu tartışmayı, tartışma olmaktan çıkaracak tek şey matematik olacaktır.

Kolesterol molekülleri damarlarda birikirmiş, öyle diyor birileri...

Damar sertliği (ateroskleroz) olarak bilinen, halk arasında damar kireçlenmesi de denilen olguda gerçekten de çok miktarda kolesterol mü birikiyor damarlarımızda? Bir kez daha düşünün isterseniz!

Bazı bilim adamları, bizim görüşlerimize destek vermese de birileri insanları fena halde kandırıyorlar. Bilim adına sıkılmadan kendilerince bir şeyler söyleyip duruyorlar.


Damarlarda kireçlenme dediğimiz gerçek (reel) olgu kolesterolden mi, yoksa kalsiyumdan[1] mı kaynaklanıyor?

Yani sertleşmiş, kireçlenmiş kısaca yaşlanmış bir damarın yüzde kaçı kolesterol ve kalsiyum içeriğine sahiptir biliyor musunuz?

Bildiğinizi biliyorum, ama insanlara kolesterol molekülü varken kalsiyum konusunu insanlara ve hastalara söylemezsiniz değil mi?

Artık sağır sultan bile, damar sertliğinde kolesterol (tabakası kalınlığının) değil, kalsiyum miktarının ölçüldüğünü[2], damarların sertleşmesinde ve kalınmasında kalsiyumun çok önemli bir etken olduğunu, damarlarda kalsiyum miktarı (skoru) düşük olanların kalp krizi filan geçirmediğini biliyor!

Hala damarlarda kolesterol biriktiğini iddia ediyorsanız ya sizler patoloji denilen bilim dalını bilmiyorsunuz ya da patoloji biliminin varlığını unuttunuz!

Kim bilir belki de bazı nedenlerle (?), bazı gerçekleri unutmak işinize daha çok geliyor! Çünkü bırakın kalsiyum skorunu ölçen elektronik cihazları, yeni eğitimine başlamış asistan patolog bile sizlere sertleşmiş bir damar yapısında (aterom plaklarında) veya pıhtıda hangi oranlarda, hangi maddelerin olduğunu çok rahat gösterebilir!

Daha öncede defalarca yazıldı ve söylendi: Damarları tıkayan pıhtı-tıkaç ya da aterom plakları içinde, insanları kandırmak için söylemiş olduğunuz kolesterol oranı sadece % 3 tür ve geride % 97 oranında boş bıraktığınız size göre küçücük bir alan vardır.

Tabii damar sertliği (damar kireçlenmesi) görülen hastaların damarlarının yapısındaki %50’den fazla kalsiyum, % 47 kan hücreleri (makrofaj) ve damar düz kas dokusu sizin gibi bilgili uzmanlarca önemsiz bir ayrıntı olur çıkar % 3 kolesterolün yanında.

Size göre %3’lük kolesterol bütün damarlarda sertleşmenin (kalsifikasyon) yegâne şaşmaz ve değiştirilemez sebebidir, yani damarlarda kalsiyum olmasa bile (tek başına) kolesterol damar sertliği yapabilir!

Bu mudur yani?

Bitti mi?

Damarlarda kolesterol birikirmiş, kalsiyum skoru neydi, hangi cihazla ve neden ölçülüyordu[3] unuttum bilen varsa bana hatırlatsın lütfen?

Biz kalsiyum dedik ya, şimdi bazıları da sıkılmadan tıpkı kolesterol molekülüne yaptıkları gibi, kandaki kalsiyum miktarını da düşürmeye de çalışabilirler: Sakın ha öyle bir şey yapmayın!..

Damarlarda kalsiyum birikiminin nedeni görünenden etkenlerden çok ama çok farklı…

Yani hiç kimse “ damarlarda biriken kalsiyum miktarı kolesterol miktarından fazlaymış, ben kanımdaki kalsiyum miktarını düşürürsem, damarlarımda kalsiyum daha az birikir” şeklinde yanlış bir düşünceye kapılmasın, kalsiyumu ve kalsiyum içeren besinleri, tıpkı kolesterole yaptıkları gibi yasaklamasın!

Kolesterolü neden yasaklıyorsunuz?

Neyse!

En azından kalsiyumu ve kalsiyum içeren besinleri yasaklamanın tam bir saçmalık olabileceğini umarım biliyorsunuz!...

Ama şunu unutmayın: İster damar sertliği, ister damar kireçlenmesi, isterse ateroskleroz adına ne derseniz deyin, söz konusu damarlardaki oluşumlarda biriken kalsiyum miktarı, kolesterol miktarının en az 15–20 katıdır.

Kolesterol damarlarda birikir, damar sertliği yaparmış…

Tabii kolesterolü suçlu gören uzmanlarımızda kendilerince haklı. Damarlardaki kalınlaşmanın en büyük var olan (reel) etkeni olan kalsiyumu insanlara söyleyemezler!

Damarlarda kolesterolden yirmi kat fazla kalsiyum birikir deyip, kolesterol ilacı yazabilme yeteneğine sahip bir uzman gördünüz mü?

Olmaz böyle bir şey!

Göremezsiniz, uğraşmayın!

Çünkü onlar damarlarınızda kolesterol birikir diyecek ki, kolesterol ilacı verebilsinler hastalarına!
İlaç şirketleri mutlu olsun!

Evet biliyorum. Şu an milyonlarca kolesterolü suçlu sayan literatüre, binlerce bilmem ne profesörlerine karşı geliyorum. Yine de kusuruma bakmasınlar, sıradan bir biyolog olarak, şayet düşünce özgürlüğüm varsa, birilerinin kolesterolün zararları konusunda söylediklerini kendi adıma bilimsel bulmuyorum, beni savundukları düşüncelerin doğruluğuna ve bilimsel olduğuna ikna edemediler.

Tabii ki benim gibi düşünen, düşüncelerime katılan, dostça eleştiren değerli insanlar var, ama şimdilik sayıları çok fazla değil. Bu nedenle sadece ben böyle düşünüyorum da diyemem...

Damarlarda kolesterol molekülleri birikirmiş, yalana bakın!

Tüberküloz (verem) hastalarının akciğer filmlerini hiç gördünüz mü hiç? Bir ara unutmazsanız mutlaka göz atın gerçekten de çok ilginçtir.

Tüberküloz geçirmiş hastaların akciğer filmlerinde beyaz noktacıklar şeklinde kalsiyum birikimleri az veya çok mutlaka görülür… Yabancı basil yüzeyindeki proteinlere duyarlı makrofaj adı verilen savunma hücreleri, tüberküloz basilini hapsetmek için kalsiyum salgılamak zorunda kalırlar! Aslında söz konusu küçük beyaz görünen lekecikler makrofaj kalıntıları, makrofajın salgıladığı (tüberkülin) kalsiyum ve tüberküloz basilinden oluşur.

Ve bunu çok istedikleri için değil, mecbur kaldıkları için yapar makrofaj adı verilen savunma hücrelerimiz. Yabancı protein taşıyan canlıyı (bakteriyi-basili) hapsetmek, bulunduğu yerde tutabilmek, durdurabilmek için yaparlar bunu… Yoksa bilmiyor muydunuz?

Damar kireçlenmesinde yani ateroskleroz olayında, söz konusu makrofajların zorunlu ve son derece önemli rolleri vardır.

Damar yüzeyi ve damar içlerinde de zararlı bir şeyleri hapsetmeye, etkisiz hale geçirmeye çalışır makrofajlar...

Fakat bu sizin düşündüğünüz gibi kolesterol ya da yağlar değildir, makrofajlarca hapsedilmek istenen şeyler.

Makrofajlar lipitlere ve kolesterole karşı harekete geçemezler. Makrofajlar adını verdiğimiz savunma hücrelerini, kolesterol molekülleri de harekete geçiremez! Çoğunlukla organizmalarda bulunan farklı proteinler veya amino asit değişimleri makrofajları aktive eder ve uyarırlar…

Organizmaya yabancı veya yabancılaşmış proteinlere-aminoasitlere karşı da son derece hassastır makrofajlar. Yani makrofajları harekete geçirebilmek için yabancı veya yabancılaşmış protein ya da protein içlerinde farklı aminoasit içeren bazı molekülerinizin olması gerekir.

Lipoproteinleri artık biliyorsunuz. Kanda yağlar ve kolesterol sadece lipoprotein adı verilen fiziksel parçacıklarla taşınırlar. Parçacıkları etkisiz hale getirmekte makrofajların görev alanındadır.

Elbette makrofajları harekete geçiren önemli faktör lipoproteinler[4] (özellikle LDL) diyebilirsiniz, bu en doğal hakkınız!

Fakat lipoproteinler üzerinde bulunan ‘sadece kolesterol molekülü’ makrofajları harekete geçirir diyemezsiniz, böyle bir bilimsel lüksünüz yok!

Bilimi ve bilimin adını kullanarak saçmalamak, insanların zekâsına, aldığınız tıp eğitiminize bilerek ya da bilmeden hakaret etmektir.

Kanda tek başına kolesterol diye bir molekül olmadığını, kolesterolün mutlaka partiküllerle (parçacıklarla) taşınabildiğini insanlar artık biliyor.

Makrofajlar, lipoproteinler üzerindeki kolesterolü veya yağ asitlerini değil, lipoprotein partiküllerinin bizzat (LDL) kendisini yok etmek için harekete geçiyor… Söz konusu (bozuk, işlevsiz partikülü) kalsiyum salgılayarak etkisiz hale getirmeye, organizmaya kendince faydalı olmaya çalışıyor. Makrofajlar damar çeperlerinde, damar içlerinde yapmasalardı bu işi iyi olacaktı ama ne yaparsın, bunun başka yolu yok...

İşte damar sertliği (ateroskleroz) tanısı koyulmuş insanların damarlarında görülen yüksek orandaki kalsiyumun birikiminin bizce temel nedeni bu! Anlayabildiniz mi? Yoksa bir kez daha mı anlatayım?

Yani bizce hasta insanların damarlarının patolojik incelemesinde, kolesterolden yirmi kat fazla kalsiyum (% 50) bulunmasının tek nedeni bu!
Biliyorum siz bunu biliyordunuz, ama insanlar damarlardaki birikimin %3 kolesterol, kalsiyumun ise %50 olduğunu bilmiyordu. Siz sadece kolesterolü söylüyordunuz çünkü...

Bu kadar basit ve yalın! Yalınlık ve basitlik bilimin en keskin ve acıtan yönüdür, her zaman canınızı yakabilir...

Dahi olmanız gerekmiyor, sadece anlamak istemeniz yeterli!

Bundan daha iyi bir fikriniz, düşünceniz, teoriniz varsa siz söyleyin.

Ve lütfen sağda solda konuşurken biraz gerçekçi olun, ne olur güldürmeyin artık beni!

Söyledikleri lafa bak:

Damarlarda kolesterol molekülleri birikirmiş!......


Mevlüt Durmuş
Biyolog
29 Haziran 2008


Kaynak ve Dipnotlar
[1] Scott M. Grundy, MD, PhD. (2001) Coronary calcium as a risk factor: role in global risk assessment. J Am Coll Cardiol, 2001; 37:1512-1515.
[2] Elizabeth R. Brown et al (2008). Coronary Calcium Coverage Score: Determination, Correlates, and Predictive Accuracy in the Multi-Ethnic Study of Atherosclerosis. Radiology 2008;247:669-675.
[3] Khurram Nasir et al (2005). Detection of High-Risk Young Adults and Women by Coronary Calcium and National Cholesterol Education Program Panel III Guidelines. J Am Coll Cardiol, 2005; 46:1931-1936, doi:10.1016/j.jacc.2005.07.052
[4] Lipoproteinlerin kanda birikimi ve farklılaşması ayrı bir yazıda ele alınacaktır. Small LDL- okside LDL farklılaşmaları makrofajları harekete geçirir. Fakat bir bileşende okside olan grubun sadece lipitler olduğunu söyleme lüksünüz yoktur, bileşenin tümünü değerlendirmeniz gerekir. Bkz. Genel Kimya.İndirgenme, yükselgentme ve redoks denklemleri, farklı bir deyimle oksidasyon redüksiyon ve redoks denklemleri

14 Haziran 2008 Cumartesi

KOLESTEROLE, KALBE, ŞEKERE, TANSİYONA: TEREYAĞI!.....



TEREYAĞI HER ŞEYE YARIYOR!....

Geçen günlerde gündeme gelen ‘tereyağıyla’ ilgili haber, tereyağını suçlayan bir çok uzmanın canını sıkmış olmalı. Aslında tereyağının masumiyetini yıllardır çeşitli şekillerde anlatmaya çalışan (kendi) bilim adamlarımızı[1] dikkate almayan çeşitli araştırmacılar, yurtdışından tereyağı konusu tekrar gündeme gelince biraz paniklediler sanıyorum. Öyle ya, muayene olmaya gelen her hasta ‘tereyağını’ soracak olursa başları şekilde fena halde ağrıyacak!...Cevap vermekte zorlanacaklar. Ve eminim harıl harıl söz konusu haberde adı geçen vaksenik asidin nasıl olupta böyle bir etki ortaya çıkarabileceğini kimseye söylemeselerde kendi aralarında saatlerce tartışıyorlardır. Tam şimdi trans yağ asitleri organizma için zararlıdır konusuna alışmışlardı ki bu araştırma çıkageldi. Çünkü vaksenik asit, her şeyden önce trans yağ asitlerinin en önemlilerinden biridir, fakat diğer trans yağ asitleriyle hiç bir şekilde karıştıralamazlar!.....Çünkü söz konusu yağ asidinin metabolizması genetik mirasımızın insana mükemmel bir armağanıdır.

Biz bu yazımızda haberde varolan ama görülmeyen, gösterilmeyen (bence) bazı karanlık noktaları kendi bilgimiz çerçesinde aydınlatmaya çalışacağız. Nasıl olupta tereyağında bulunan vaksenik asitin faydalı olabileceğini biyolog gözüyle tartışacağız. Önce tereyağıyla ilgili habere kısaca bir göz atalım.

“(A.A )EDMONTON - Yeni bir araştırmadan elde edilen sonuçlara göre, tereyağı ve sığır eti kalp krizi riskini ve kolesterolü düşürüyor, şeker hastalığı ve obeziteyi tedaviye yardımcı oluyor.
Alberta Üniversitesi profesörü Spencer Proctor ve asistanı Flora Wang tarafından yapılan araştırma sırasında, 16 hafta boyunca deney farelerine tereyağı ve inek etinde bolca bulunan vaksenik asit bakımından zenginleştirilmiş diyet uygulandı. Vaksenik asidin vücutta kolesterol başta olmak üzere birçok rahatsızlığa sebep olan şilomikronların oluşmasını yavaşlattığı gözlemlenirken, deney sonunda kötü kolesterol olarak bilinen LDL başta olmak üzere, toplam kolesterol ve trigliseritte düşüş görüldü.Flora Wang, “Tereyağı, sığır eti ve türevlerinde vaksenik asid oranı en az yüzde 70’tir. Araştırmanın bizi en çok sevindiren sonuçlarından biri, metabolizmada birçok hasara sebep olan şilomikronların oluşmasının bu yolla yavaşlatılabileceği olmuştur. Bugüne kadar zararlı etkilerinden korktuğumuz doğal yağlar, aslında sağlığımız için son derece faydalı. Tereyağı ve sığır etinin kalp krizi riskini düşürmesi, şeker hastalığı ve obezite tedavisine yardımcı olması ve kolestrole iyi gelmesi, artık bir realite” diye konuştu.Bu arada, doktora öğrencisi olan Flora Wang, araştırma sonuçlarını sunduğu, Alberta’da düzenlenen “Uluslararası Şilomikronların Zararları Sempozyumu”nda “genç araştırmacı” ödülünü aldı.”[2]


Söz konusu haberde şaşırtıcı olan böyle bir çalışmaya ödül verilmesi oldu (sanırım kıskandım), çünkü aslında bu yıllardır bilinen bir konuydu.

Sonra vaksenik asidin sadece trans formunda olduğunu hatırlayabildim. Yani bu çalışma ilerleyen zamanlarda trans yağ asitleri o kadar da zararlı değil tartışmasını da beraberinde getirme potansiyeline sahiptir. Çalışmalarını çok önemli bulduğum değerli bilim insanı Marr Enig’ ilerleyen zamanlarda sanırım bu konuda biraz sıkıştırılacak. Margarin şirketleri de ‘tereyağındaki’ trans yağ asitlerini bahane ederek, trans yağ asitlerini yeteri kadar indirdiklerini iddia edecekler…

Fakat, durum iddia edildiği gibi değil elbette trans vaksenik asit (ve stearik asit) çok özel bir yağ asidi olduğunu okuyucuların mutlaka bilmesi, detayları biraz dikkatle incelemesi gerekiyor. Çünkü söz konusu vaksenik asit hayati öneme sahip yağ asitlerinin depolanmış hali anlamına geliyor ve hayati öneme (esansiyel) sahip bazı yağ asitlerinin bazı özel enzimler yardımıyla bağlarındaki değişim, farklılaşma ve birleştirilmesiyle oluşturulabiliyor (şekil1).

Bu konuda yapılmış çok güzel çalışmalarda var. Vaksenik asit (trans) oluşumu için bilinen veya benim bildiğim başka bir yol yok. Memeli organizmalar için hayati öneme sahip yağ asitlerinin depolanması olayı (trans formunda) olmasaydı, insan dahil memeli organizmaların yaşamı pek mümkün olmazdı, örneğin ayılar asla kış uykusuna yatamazdı!....

Her ne kadar şu ana kadar, dokularda trans vaksenik asit ve stearik asitin (delta9 desaturaz enzimiyle) değişimi (bkz şekil 2) ispat edilse de, vaksenik asitin (konjuge) lineleik aside dönüşümü[3] gösterilse de, trans vaksenik asitten söz konusu diğer esansiyel yağ asitlerinin de elde edilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum, tabii henüz araştıramadım…

TEMEL YAĞ ASİTLER 1. AŞAMA DÖNÜŞÜ .2. AŞAMA DÖNÜŞÜM 3.AŞAMA 4.SON AŞAMA
1.gamma linolenik asit ..konj oktadekatrienoik asit....oktadekadienoik asit...VAKSENİK ASİT... STEARİK ASİT
2.linoleik asit...... konj oktadekadienoik asit ..................................VAKSENİK ASİT ....STEARİK ASİT
3.alfa linolenik asit.....konj oktadekatrienoik asit....oktadekadienoik asit..VAKSENİK ASİT... STEARİK ASİT

Şekil 1. Vaksenik asit sentezinde rol alan esansiyel yağ asitleri (memeli organizmaların sentezleyemediği). Otçul hayvanlarda, bakteriler yardımıyla sentezleniyor. Sentezin 3. aşamasında tereyağında bulunan vaksenik asit, daha sonra ise stearik asit geliyor. (3)



Vaksenik asit......(delta9desaturaz enzimi) ............konjuge linoleik asit

Şekil 2. Hayvansal organizmaların dokularında trans vaksenik asit hayati öneme sahip yağ asitlerine dönüşürler. (3)


Umarım her platformda yağları suçlu gören araştırmacılar ve kardiyologlar bu küçük bilimsel kıyağımı unutmazlar!......



Mevlüt Durmuş
Biyolog

Dipnotlar ve Kaynak
[1] Prof. Dr. Ahmet Aydın, beslenmebulteni.com
[2] http://www.ntvmsnbc.com/news/445981.asp, http://www.fox.com.tr/saglik/detay/5104, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=688593,
[3] Şaban Çelebi, Adem Kaya (2008). Konjuge Linoleik Asitin Biyolojik Özellikleri ve Hayvansal Ürünlerde Miktarını Artırmaya Yönelik Bazı Çalışmalar. Hayvansal Üretim 49(1): 62-68, 2008 (www.zooteknidernegi.org/dergi/makale/2008_49_1_62-68.pdf -)

13 Haziran 2008 Cuma

YÜKSEK KOLESTEROL VE GENETİK ÜZERİNDEKİ ŞÜPHELER (3.BÖLÜM)



YÜKSEK KOLESTEROL VE GENETİK ÜZERİNDEKİ ŞÜPHELER (3.BÖLÜM)


Lipoprotein partikülleri temelinde
partikül bazında yüksek kolesterol
diye bir olgu var mı?....
Kandaki göreceli bir yükseklik, partiküller temelinde
genetik açıdan nasıl fazla üretim olarak tanımlabilir, böyle bir bilim anlayışı olabilir mi?....
Mevlüt Durmuş





Genetik kolesterol yüksekliği (hiperkolesterolemi) ile bağlantı kuracağız fakat önce bazı temel genetik konularını biraz incelememiz gerekiyor.

Genetik son ürünlerin (protein, enzim, hormon, yağ asitleri, kolesterol, lipoprotein, glikoprotein vb) yapımında ortaya çıkan eksiklik, hata veya yetersizlikler organizma için son derece büyük bir risk oluşturur. Söz konusu genler yoluyla oluşturulan protein ve enzimler organizma metabolizması içinde ya doğrudan kullanılır yada farklı karmaşık biyokimyasalların (hormon, yağ asitleri, kolesterol) yapım ve yıkımı için faaliyet gösterirler. Bizce tıp bilimlerinin ilerlemesinde ortaya çıkan gen ürünlerinin incelenmesi, genlerin kendisinden çok daha fazla önem taşıyor. Hatta yurt dışında gen ürünleri ve ortaya çıkan ürünlerin organizma fonksiyonları araştıran bilim dalı (proteomik) büyük ilgiyle izleniyor ve geleceğin bilimi olarak görülüyor.

Çünkü bir genin sadece bir protein ya da enzimle ilişkisi olduğu (bir gen bir enzim) teorisi aslında genom projesi ile birlikte yıkılmış durumda….Hesap oldukça basit. Değişik kaynaklardaki duyumlar insandaki gen sayısının düşünüldüğü kadar çok olmadığını gösteriyor. İnsandaki gen sayısı 25- 30 bin sayısı ile sınırlanmış durumda, oysa insan organizmasındaki tahmin edilen protein-enzim sayısı minimum 300 bin civarında. Bu durum organizmadaki her şeyi GEN ve GENETİK olarak açıklamaya çalışan araştırmacıları ister istemez biraz üzüyor. Çünkü bir gen bir enzim teorisine göre insanda en fazla 30 bin gene bağlı olarak, 30 bin kadar protein-enzim olması gerekiyor, fakat bu sayı insan organizmasının dinamiklerini karşılayacak yeterlilikte değil…

Bu durum zorunlu olarak farklı düşünceler ortaya çıkarıyor.

Birincisi bir genin birden fazla fonksiyonu olabilir mi sorusuna verilecek cevapta gizli ki, bunun cevabını genetik bilimcileri ‘evet’ olarak veriyor: Yani bir genin, birden fazla fonksiyonu olabilir, genetikçiler artık bunu tartışmıyor bile[1]

İkinci olarak organizmamızda var olan, fakat genlerimizde olmayan biyokimyasalları bilim dünyası unutmuş durumda: Çünkü sayılan değil, tahmin edilen insanda varolması gereken protein-enzim sayısına bunlar da dahil edilmek zorunda…Yani ‘genleri anabolik (yapım) olarak bizde olmayan ürünlere ihtiyacımız yoktur, genleri tümüyle fonksiyonel olarak denetlemek ve kullanmak insan organizmasının bütün ihtiyaçlarını (ya da hastalıklarını) çözer’ iddiası genetik biliminin geleceği açısından sakıncalıdır. Örneğin linoleik asit ve alfa-linolenik asit üreten genleriniz sizde yoktur, fakat kendileri organizma içinde her zaman bir şekilde varolmalıdır. Yani insana ait bütün genleri hücre içinde tanıyor olmanız, genetik son ürünleri ve fonksiyonlarını bilmiyorsanız size çok fazlaca bir şey kazandırmaz. Bu nedenle yeni oluşturulmaya çalışılan proteomik bilimi son derece önemlidir. Daha önce açıklamaya çalıştığımız şeker hastalığı- insülin ilişkisi aslında söz konusu bilimin gelecekteki değerini açıklayan en iyi örneklerden biridir. Son ürün organizma fonksiyonları için gerçek hedeftir, son ürünleri nerede, hangi aşamada metabolizmaya dahil edeceğinizi biliyorsanız, tıp bilimi açısından bir çok genetik hastalığa da çözüm bulmak mümkün olacaktır.

Şimdi konumuz olan kolesterole dönebiliriz. Ailesel kolesterol yüksekliği ile ilişkilendirilen bir çok genetik etkili hatalar ve mutasyonlar (apo B-100, LDL reseptörleri, proprotein convertase subtilisin kexin 9 (PCSK9) gibi) bir şekilde kanda lipoproteinlerin katabolizmasında yani yıkımında sorunu işaret ediyor, sıkça söylendiği gibi sadece kolesterol değil aynı zamanda BİRİM ALANDAKİ PARTİKÜL sayısı ARTIŞINI mantıksal olarak gösteriyordu. Bu nedenle kandan LDL partiküllerini uzaklaştıracak[2] sistemler (LDL aferez) üzerinde çalışmalar yoğunlaştı ve yöntemler geliştirildi[3]. Çünkü birim alanda yoğunlaşan partiküllerin kandan uzaklaştırılması tek parametrede kolesterolünde geçici olarak (1-2 hafta) düşmesini sağlıyor, fakat sonra yine eski yüksek düzeylerine ulaşıyordu. Aferez yöntemi, yani plazmadan LDL partiküllerinin uzaklaştırılması, hem LDL partiküllerinin hem de kolesterol düzeyinin düştüğünü gösteriyor. Yani tek parametrede kolesterol miktarı düşürmek için, birim alanda partikül sayısını da mutlaka bir şekilde azaltmalıyım. Kolesterolün düşmesi için başka bir yol yok!..

Burada ilginç bir kaç sorunun mutlaka sorulması gerekiyor.

İlk soru şu:Kolesterol düşürücü ilaç olarak kullanılan statinler, partiküller üzerinde taşınan kolesterol miktarını mı azaltıyor yoksa karaciğerden lipoprotein partikül salınmasını mı engelliyor? Bu soruya hiç bir kardiyoloğun cevap vermek isteyeceğini sanmıyorum çünkü, hangi cevabı verirseniz verin kolesterol düşürücü olarak kullanılan, statin tedavisiyle yapılan işin mantıksal tutarsızlığını göreceksiniz.

Şayet genetik yüksek kolesterol olgusu, genlerin gösterdiği gibi lipoprotein metabolizmasının katabolik (yıkımla ilgili) yönlü bir sorunuysa, bu sorunu asla yapımı (anabolizmayı) durdurarak çözemezsiniz, bu boş bir çabadır!..Böyle bir durumda hem anabolizma, hem de katabolizma aynı anda zarar görür ve organizma için daha yıkıcı sonuçları ortaya çıkar. Konunun uzmanları söz konusu ilacın etki mekanizması üzerinde yeniden düşünmek durumundadır. Şayet statin ilaçları partikül salınımını engelliyorsa ki, engelliyor, acaba bunu hangi mekanizma ile gerçekleştiriyor? Örneğin statin ilaçları karaciğer hücrelerini öldürüyor ve karaciğer hücreleri lipoprotein salgılamadığı için kolesterol düzeyi düşüyor olmasın!...Söz konusu ilacın hücre içinde kolesterol sentezini (yapımını) durdurduğunu elbette biliyorum, fakat kolesterol molekülleri olmayan veya az olan bir lipoprotein partikülü plazmaya salınabilir mi, söz konusu eksik bileşenli lipoprotein partikülü plazmaya salınırsa ne sizce ne olur?

Lipoprotein metabolizmasında hem anabolik (yapımla ilgili) hem de katabolik bir sorunla ilgili hatalar var mıydı?

Evet vardı!..
Fakat bunu çoğu bilim adamı ve araştırmacı farkında olmadan gözden kaçırdı.

Kanda birim alanda partikül artışını işaret eden çalışmalar bitmiyor, her gün bir yenisi çıkıyordu. Kanda aşırı miktarda partikül birikimine bağlı olarak ortaya çıkan tek parametrelik kolesterol yüksekliğine oldukça farklı bir yaklaşım 1980 yıllarında netlik kazanmaya başladı. Bazı araştırmacılar özellikle LDL (düşük dansiteli) tipi lipoproteinlerde küçülmeler gözlemlediler[4], yani kan plazmasında dolaşan lipoproteinlerden bazıları normal partikül yapısından çok daha küçük boyutlardaydı…

Küçük partiküllerin (small LDL ) kan plazmasında birim alanda çokluğu da, tıpkı genetik defekt ve mutasyonlarda olduğu gibi (hiperkolesterolemi) yüksek kolesterol yani hiperkolesterolemi ile ilişkiliydi. Küçük (small) LDL partikülleri reseptörlerce tanınmıyor ve metabolize edilemiyor, kanda birikiyor ve tek parametrede baktığınızda kolesterol düzeyini ister istemez yüksek buluyordunuz. Dolaylı olarak bu durumda kalp hastalıklarını da ilişkilendirmekte hiçbir zorluk çekmiyordunuz[5].

‘Genetik’ faktörler, küçük LDL (small LDL) ve başkaca faktörlerle (CETP, LPL gibi genetik defektler) gerçekleşmiş olsa da lipoprotein metabolizmasında sorun aynıydı. Hatta partikül küçülmesi genetik faktörlere bağlayan araştırmacılar[6] bile çoğalmıştı. Yani ortalama bir lipoprotein partiküldeki bileşenler ya metabolizma faaliyetleri sırasında kaybolmuş, ya da kan plazmasına salınmadan önce lipoproteinler eksik bileşenleriyle kana salınmıştı.
Sonuç olarak plazmadaki lipoproteinler katabolize olmuyor, kanda birikmek zorunda kalıyordu. Fakat küçülen partiküller açısından sorun biraz farklıydı, anabolik (yapımla ilgili) bir sorun nedeniyle partiküller katabolize olamıyordu… Doğal olarak sizde tek parametrede lipit çeşitlerine baktığınızda, kullanılmayan partiküllerin çokluğuna bağlı olarak her zaman olduğu gibi total kolesterol, trigliserit gibi değerleri (her zaman olmasa da çoğunlukla) yüksek buluyordunuz.

Fakat muhteşem bir paradoks, araştırmacıların gözü önünde duruyor ve çözülmeyi bekliyordu. Çünkü fiziksel olarak küçük partiküllerin (LDL) çokluğunda, tek parametrelik bazı değerler de (kolesterol) yüksek bulunuyor[7], fakat normal (LDL) partikül yapılarında söz konusu (kolesterol düzeyi) değerler normal düzeye iniyordu: Yani tek parametrede kolesterol düzeyi yükseklik içeriyorsa, partiküllerin fiziksel yapısı mutlaka küçülüyordu… Partikül çapı küçüldükçe, tek parametrede kolesterol düzeyi artıyordu...

Sorun şu; şayet tek parametrelik kolesterol yüksekliğini ortadan kaldırmak, LDL reseptörlerimi doğru dürüst çalıştırmak istiyorsam, mutlaka küçülen partikül yapısını normalleştirmem yani büyültebilmem gerekiyor.

Peki küçülmüş bir partikül nasıl normal haline geri dönebilir?
Bu sorunun cevabı var olan görüşlere son derece aykırı fakat son derece basitti. Kandaki lipoprotein partikül bileşenlerini tam olarak biliyorsam, eksik olan bileşeni yani yağ asitleri (trigliserit) yada kolesterol (steroid) alırım, şayet lipoprotein metabolizmasına ait genlerimde (gerçek) bir genetik defekt ya da mutasyon yoksa, yeni üretilen partiküllerim küçük olmaz, hatta küçülmüş partiküllerim bile normal hale gelebilir. Dolayısıyla bir çok kardiyologun risk kabul edip uğraşmış olduğu tek parametrelik kolesterol yada trigliserit gibi yükseklikten ben de kurtulmuş olurum. Özetle tek parametrede trigliserit düzeyim yüksekse bazı yağ asitleri -organizma ihtiyacına göre yağ asitleri değişebilir- alırım.

Peki tek parametrede kolesterolüm yüksekse ne mi yaparım? Elbette kolesterol yada farklı steroidler alırım tek parametrede kolesterol düzeyim de düşer. Umarım şimdi önceki bölümlerde değinmiş olduğumuz, tek parametrede yüksek trigliserit düzeyine sahip Lorenzo’nun çeşitli yağ asitleri (trigliserit) alarak, kandaki trigliserit düzeyini nasıl düşürdüğünü ve durumunun iyileştiğini kavramışsınızdır. Ya da neden çeşitli bitkisel steroidler alındığında tek parametrede kolesterol düzeyinin, hangi mekanizma ile azaldığı daha net ortaya çıkmıştır.

İşte bu nedenle tek parametredeki kolesterol ya da trigliserit düzeylerini ilaçlı tedavi yöntemleriyle düşürmek tıp bilimleri açısından son derece saçma, ilerleyen yıllarda tıp tarihine geçecek yüzyılın yanılgısıdır. Bu nedenle tek parametredeki kolesterol ya da trigliserit gibi yükseklikler insanlar için koruyucudur. Bu nedenle bazı gerçeği fark eden bilim adamları ısrarla kolesterol düşürücü ilaçlara karşıdır. Ve bu nedenle kolesterol düzeyi yüksek olan yaşlı insanlar, kolesterolü düşük olanlara göre biraz daha şanslıdır.

Daha da önemlisi bilim adamları, bütün bu karmaşa içinde çok önemli bir kaç noktayı sorgulamayı unuttular. Sebep ne olursa olsun lipoprotein metabolizması aksadığında, kandaki lipoprotein partikülleri organizma içerisindeki kendilerine ait görevlerini tam olarak yerine getiremez. Partikül yoğunluğuna bağlı olarak ortaya çıkan tek parametredeki (total kolesterol, trigliserit) yüksekliğe rağmen, organizmanın değişik doku ve hücrelerinin ihtiyaç duyduğu lipit ihtiyacı hiçbir zaman karşılanamaz!.. Yani kimsenin dikkatini çekmese de ‘denizin ortasında susuz kalmış, susuzluktan ölen hücrelerimiz’ vardı.

Kanda lipoprotein partiküllerini oluşturan bazı bileşenler tek parametrede yüksek görünse de, hücrelerin yağ asitleri ve (temel steroidler) kolesterol gibi ihtiyaçları karşılanamıyor, organizma zayıf düşüyor ve yaşlanma hızlanıyordu[8]…Araştırmacılar partiküllerin çeşitli genetik faktörler (LPL, CETP gibi) aracılığı ile küçüldüğünü iddia ediyorlar (small LDL) fakat küçülme sırasında ortaya çıkan eksik bileşenleri, partikül küçülmesini önlemek adına insanlara vermeyi düşünmüyorlardı...

Halbuki bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de Prof. Dr. Ahmet Aydın gibi bazı cesaretli araştırmacı ve bilim adamları ısrarla yağ içeren besinlerin, tek parametrede yükseklik oluşturmadığını yıllardır zaten söylüyorlar; tereyağı, fındık, fıstık, yumurta gibi besinlerin alınmasını ısrarla öneriyorlardı.

Çünkü, sonuçta lipoprotein partiküllerinde ortaya çıkan küçülmeler dikkatle (LDL) incelendiğinde, daha önce incelediğimiz genetik faktörlerden farklı olarak sorunun lipoprotein bileşenlerinin yapımından kaynaklanabileceği (anabolik sorun) sonucu ortaya çıkıyordu. Ve partiküller hangi nedenle (genetik ya da besin eksikliği) küçülürlerse küçülsünler, sonuçta metabolize olmuyorlar kanda tek parametrede yüksek olsa da, partikül temelinde lipoproteini oluşturan lipit bileşenleri (kolesterol, yağ asitleri, fosfolipit vs) eksik kalıyordu[9]. Daha da önemlisi bu metabolik sorunlar nedeniyle organizmanın lipit (yağ asitleri, kolesterol vs) ihtiyacı giderilemiyordu...

Genetik açıdan bilimsel paradokslar ise yeni başlıyordu. Genetik olduğu iddia edilen tek parametredeki kolesterol yüksekliğini, ya da trigliserit yüksekliğini çeşitli bitkisel steroidlerler veya çeşitli yağ asitleriyle nasıl düzeltebiliyorum? Asıl şaşırtıcı olan bu...
Küçük ve küçülen lipoprotein partikülleri temelinde, genetik sorun yağ asitleri üretiminde ya da temel steroid üretimindeki (kolesterol) hatalar olamaz mıydı?...

Genetik kolesterol yüksekliğine neden olduğu iddia edilen genlerin başka bilinmeyen ikincil fonksiyonları var mı?

Organizma açısından son ürün önemli ise, gerçekten genetik son ürünümüz (steroid-yağ asidi) literatür[10] dolusu yüksek kolesterole neden olan gen hatalarını, mutasyonlarını düzeltti mi?

İddialara göre yüksek kolesterol üretmeye odaklanmış genlerimi, bitkisel steroidler veya çeşitli yağ asitleri neden ve nasıl durduruyor?

Yoksa lipoprotein partiküllerinde bulunan eksik bileşenler (yağ asitleri-kolesterol vs) nedeniyle, lipoprotein metabolizmasıyla ilgili bazı genlerim zorunlu geçici bir modifikasyona mı uğradı?

Sizce hangisi!?....

Mevlüt Durmuş
Biyolog


Kaynak ve Dipnotlar

[1] Mevlüt Durmuş (2005). Kayıp Felsefe Genleri. Platin Yayıncılık. Ankara.
[2] Cyrille Maugeais et al (2001). Effect of Low-Density Lipoprotein Apheresis on Kinetics of Apolipoprotein B in Heterozygous Familial Hypercholesterolemia. The Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism Vol. 86, No. 4 1679-1686.
[3] Bu yöntemin sakıncaları ve konu hakkındaki görüşlerimiz ayrı bir başlıkta incelenecektir, şimdilik LDL partiküllerin azaldığı orandan daha fazla HDL partiküllerini de azalttığını söyleyelim.
[4] Krauss RM, Burke DJ.(1982) Identification of multiple subclasses of plasma low density lipoproteins in normal humans. J Lipid Res. 1982; 23: 97–104
[5] Benoit J. Arsenault et al (2007). Cholesterol levels in small LDL particles predict the risk of coronary heart disease in the EPIC-Norfolk prospective population study. European Heart Journal 2007 28(22):2770-2777.
[6] Yohan Bossé et al (2004). Genetics of LDL particle heterogeneity : from genetic epidemiology to DNA-based variations. Journal of Lipid Research, Vol. 45, 1008-1026, June 2004.
[7] Benoit Lamarche et al. Fasting insulin and apolipoprotein B levels and low-density lipoprotein particle size as risk factors for ischemic heart disease. JAMA.1998;279:1955-1961
[8] Nir Barzilai et al. (2003). Unique Lipoprotein Phenotype and Genotype Associated With Exceptional Longevity. JAMA Vol. 290 No. 15, October 15, 2003.
[9] Mevlüt Durmuş (2003): Kolesteroldeki Kaos. Nobel Yayın Dağıtım.Ankara

[10] Jogchum Plat et al (2005). Plant sterols and stanols: effects on mixed micellar composition and LXR (target gene) activation . Journal of Lipid Research, Vol. 46, 2468-2476, November 2005

8 Haziran 2008 Pazar

Kolesterol düşürücü ilaçlar kansere hem dert hem derman mı?






Kansere hem dert hem derman mı?


http://www.takvim.com.tr/2008/06/07/pap114.html



Kansere hem dert hem derman mı?


Kolesterol düşürücü ilaçların hücre öldürücü özelliği nedeniyle kanser yaptığını iddia eden Biyolog Mevlüt Durmuş, ilacın aynı özelliğinin kansere umut olabileceğini öne sürüyor....
Yüksek kolesterol hastalığı bir yalan mı? Kolesterol düşürücü ilaçlar, hücre öldürücü özelliği nedeniyle kanser mi yapıyor? Peki hücre öldürücü özellik kanser hastaları için bir umuda dönüştürülebilir, kemoterapiye alternatif olabilir mi?


Gazi Üniversitesi'nden Uzman Biyolog Mevlüt Durmuş, sorularımızı yanıtlarken ilaç firmalarına ağır suçlamalarda bulundu.




* Kolesterol düşürücü ilaç olarak kullanılan statinlerin yan etkileri olduğunu iddia ediyorsunuz. Nedir bunlar?


Yan etkiler konusunda; ilacı kullanan kişilerin tam olarak bilgilendirilmediğini veya eksik bilgilendirildiğini düşünüyorum. Dahası ilaç şirketleri ve birçok doktorun da bu ilaçların yan etkilerini çok hafife aldığını biliyorum. Sorumlu olan ilaç şirketleri de yan etkiler konusunda doktorlara bence gerçekleri söylemiyorlar. Bu durumun nedenini; hem ilaç şirketlerinin fazla kazanç peşinde olmasına hem de doktorların kolesterol molekülünün önemini kavrayamamış olmasına bağlıyorum. Gereksiz yere insanlarda kolesterol korkusu oluşturulduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce kolesterol yapımının ilaçlarla engellenmesi ve durdurulması sırasında, kolesterol molekülünden yapılan kadınlık ve erkeklik hormonları, beynimizin düzenli çalışmasını sağlayan beyin steroidleri dahil, bütün steroid oluşumlarını da engellemiş oluyorsunuz. İnsan vücudundaki bütün steroidler için kolesterol anahtar bir molekül. Şayet kolesterol yapımı engellenirse vücudumuzca ihtiyaç duyulan steroid adını verdiğimiz molekül oluşamaz, bu imkansız. "Steroidler olmadan insan yaşayabilir mi, steroidlerin önemi nedir?" Bu soruyu bütün uzmanların ve doktorların kendilerine mutlaka sormaları gerekir.




* Siz kolesterol ilacının, sadece kolesterolü düşürmek amacıyla kullanan insanlarda, ilerleyen yaşlarda kanser yapabileceğini de söylüyorsunuz. Bu ağır bir iddia. Bunu nasıl açıklayabilirsiniz?


Sadece ben değil, birçok araştırmacı bunu söylüyor. Fakat bildiğiniz gibi kanser gibi karmaşık bir süreç çok farklı kökenlerden beslenir. Kanserojen maddelerin, hücreleri etkileyecek oranda birikimi bazen oldukça fazla zaman alabilir. Örneğin sigara içmenin akciğer kanseri üzerindeki etkisini ilk zamanlarda hücreleriniz gençken göremezsiniz. Söz konusu kolesterol düşürmek için kullanılan ilaçlarda da aynı mantık geçerlidir. Bu konuda çok çalışma var ama en son rastladığım Journal of the American College of Cardiology'de Alawi A. Alsheikh-Ali ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışma var. Söz konusu çalışmada kolesterol düşüren ilaçların yan etkileri araştırılıyor. Son derece önemli bir çalışma. Bu çalışmada kolesterol düşürücü olarak kullanılan statinler ile ilgili 23 çalışmanın değerlendirmeleri yapılmış. Düşük ve ilaçlarla düşürülmüş kolesterol düzeylerinde kanser olaylarının arttığı görülmüş...




* Söz konusu kanser riski aslında biliniyor mu? Biliniyorsa neden açıklanmıyor?


Aslında biliniyor. Çünkü söz konusu kolesterol düşürmekte kullanılan ilacın hücre ölümlerine neden olduğunu her doktor bilmek zorunda. Bu nedenle ilacı kullanan kişiler, belirli aralıklarla karaciğer enzimlerine mutlaka baktırmak zorundadır. Fakat bence karaciğerde, söz konusu ilaçlar nedeniyle oluşacak hücre ölümleri ve hasarlar ikinci planda kalır. Çünkü karaciğer organının kendini yenileme, tamir etme mekanizması diğer organlara göre çok güçlü. Karaciğer tek organ olarak bu ilaçla başedebilir. Daha önemlisi statinler böbrek hücreleri, üreme organlarına ait hücreler, sinir sistemi ve beyin hücrelerinde daha kalıcı etkiler yapıyor. Çünkü bu bölgelerde hücre yenilenmesi karaciğer kadar iyi değil. Söz konusu ilaçların hücre öldürme özelliği çok iyi bilinir. Bu durum az veya çok, bütün kolesterol ilaçları için geçerlidir. İlaç şirketleri arasındaki yarış 'Benim ilacım daha az öldürür' yarışına dönmüş durumda... İlaç şirketlerinin ustalığı; basit bir teoriyi doktorlar aracılığı ile herkese 'kanun' gibi göstermek. İnsanlar yıllardır boşuna korkutuldu. Yüksek kolesterol ve ölüm oranları tamamen ortadadır. Kolesterolü yüksek olan yaşlılar daha uzun yaşıyor, kolesterolü düşük olan yaşlılar daha çabuk ölüyorlar. Fakat bu durumu hâlâ birçok insan bilmiyor...




İddianın temeli ne?

Kolesterol düşürücü ilaçları kullanan insanlarda kanser riski oluşuyorsa, kanserli hastalarda söz konusu ilaç nasıl faydalı olabilir? "


Küçük bir hatırlatma yapmakta fayda var. Bildiğiniz gibi röntgen ışınları sağlıklı bir insan için son derece kanserojendir. Söz konusu ışınlara gereksiz yere maruz kalırsanız hücreleriniz bundan zarar görür, kanser riski artar. Fakat aynı ışınları siz kanserli hastalarda, kanserli bölgelerdeki hücreleri öldürmek için kullanabilirsinliz. Aynı mantık sistemi söz konusu kolesterol düşürücü ilaçlar (statinler) için de geçerli... Bu durumun ilaç şirketlerinin hoşuna gideceğini sanmıyorum. Çünkü kanser hastalarının oranı şimdilik kolesterolü yüksek olanlara göre oldukça az. Yani statinler kanser ilacı olursa, ilaç şirketlerinin gelirleri düşecek, üzülecekler. Kanser hücrelerinin metabolizması, normal hücre metabolizmasından çok daha hızlı olduğu için kolesterol düşürücü ilaçlar, hücre öldürücü özelliğinden dolayı kanser ilacı olacak."




Onkologlar: 'Yok öyle bir şey'

Kimi onkoloji uzmanları bu iddiaları sert bir şekilde reddederken kimisi bu konuda bazı çalışmalar yapıldığını ancak bir sonuç alınamadığını vurguluyor. Onkologlar statinlerin kanser tedavisinde kullanılmasıyla ilgili bilgi sahibi olmadıklarını söylerken İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Doç. Dr. Burak Şakar, bu konuyla ilgili bazı çalışmalar yapıldığını ancak henüz bir sonuç alınamadığını anlatıyor. Doç. Dr. Şakar; "Statin türü ilaçların hücre öldürme etkisi var. Bu yüzden kanser tedavisi yönünde çalışmalar yapılıyor ama o da sadece karaciğer kanseriyle ilgili... Ama onay almış değil. Bu ilaçlar kemoterapinin yerini alamaz sadece belli bir oranda yardımcı olabilir" diyor. Mevlüt Durmuş ise, "İnternetteki arama motorlarında İngilizce olarak 'cancer statin' kelimelerini yazdığınızda karşınıza birçok yayın çıkacaktır. Göğüs kanseri, lenf kanseri, prostat kanseri ve birçok kanser türlerinde statinler üzerinde çalışmalar başladı, yayınlar yapılıyor. Bizde yapılan bir çalışma bulamadım. Çok geriden gidiyoruz. Bilim üretmiyoruz, başkalarının yaptıkları taklit ediyoruz. Sonra da bilimin öneminden dem vurup sağda solda nutuklar atarak kendimizi kandırıyoruz" diyor.




'Yanlış yer, yanlış hastalıkta kullanılıyor'

Mevlüt Durmuş: "Kolesterol düşürücü ilaçlar, hücre öldürücüdür. bu özelliğinden kanser konusunda elbette faydalanılabilir. ben ilaçlara tamamen karşı değilim. Söz konusu kolesterol düşürücü olarak kullanılan statin türevi ilaçların yanlış yerde, yanlış hastalıkta kullanıldığını iddia ediyorum."





Haber: Beril Özcan

1 Haziran 2008 Pazar

YÜKSEK KOLESTEROL VE GENETİK ÜZERİNDEKİ ŞÜPHELER (2.BÖLÜM)


YÜKSEK KOLESTEROL VE GENETİK ÜZERİNDEKİ ŞÜPHELER (2.BÖLÜM)

Geçen yıl aramızdan ayrılan

Değerli bilim adamı

Dr. Hugo Wolfgang Moser'ın

anısına...











Yedi yeni kolesterol geni bulundu yazıyordu 15 Ocak 2008 tarihli gazetelerde.

MICHIGAN Tıp Fakültesi Kamu Sağlığı Bölümü’nün yürüttüğü uluslararası bir araştırmada, kandaki kolesterol seviyesini belirleyen yedi yeni gen tespit edildi. Araştırmacılar, daha önce kolesterol oluşumunda etkili olduğu sanılan 11 genin mevcudiyetini de doğruladı. Araştırmada 20 bin kişinin kanlarındaki kolesterol seviyeleri dikkate alınarak, genlerin kolesterol üzerindeki etkisi deşifre edilmeye çalışıldı. Araştırmayı yürütenlerden Doç. Dr. Goncalo Abecasis, yeni bulgular ışığında HDL (iyi kolesterol) ve LDL (kötü kolesterol) ile ilgili bilinenlerin gözden geçirilmesi gerektiğini söyledi. Doç. Dr. Abecacis, "Kötü kolesterol seviyesini yükselten gen varyantlarının kalp hastalığı riskini artırdığını belirlerken, iyi kolesterol seviyesini etkileyen varyantların koroner arteri hastalıklarını azalttığına dair bir bulguya ulaşamadık. Muhtemelen iyi kolesterol ile kötü kolesterolün kalp hastalıklarındaki rolünü yeniden gözden geçirmemiz gerekecek" dedi. Araştırma sonuçları, Nature Genetics dergisinin internet sitesinde yer alıyor.


Düşünün bir kez, şu ana kadar tespit edilen ve kolesterol ile ilişkili olduğu varsayılan genlerin % 99' tek parametrede kolesterolün yüksekliğine neden gösteriliyor!...

Yani şu ana kadar genetik mutasyonlar hariç en az 18 gen yüksek kolesterolün sebebi olarak ortaya çıkıyordu. Mutasyonlar hariç diyoruz çünkü bir gende, oluşan protein büyüklüğüne bağlı olarak binlerce mutasyon oluşabilir...


‘Oluşmuş her hangi bir genetik hata, yada genetik mutasyon, her hangi bir şekilde örneğin beslenme ile geriye döner mi?’ sorusu bir genetik uzmanına sorulacak en aptalca ve saçma sorular arasında yer alsa da, genetik uzmanı sizi kırmamak için, büyük bir sabırla ‘bu çok zor, katrilyonda bir ihtimal ama imkansız diyemem’ cevabını sizlere verecektir. Çünkü teorik olarak mutasyonlar her zaman ileriye doğru ilerler ve geriye dönüşüm pek mümkün değildir.

Genetik olduğu düşünülen hastalıkları ve mutasyonları yine genler ve genetik mekanizma üzerinden düzenlemeye çalışmaları henüz daha emekleme aşamasında sayılır. Gen terapisi adı verilen bu yöntem, hastalıklı gen yerine sağlıklı geni yerleştirme düşüncesine dayanır. İlk gen terapisi adenozin deaminaz enzimi (ADA) olarak kayda geçmiştir. Fakat söz konusu adenozin deaminaz enziminin gen transferi için seçilmiş olmasının temel nedeni, hastalığın tek bir gene bağlı olarak tek bir enzim sentezliyor olmasıdır. Günümüzde gen terapisi bir çok hastalık için umut verici görünse de sonuçları görebilmek oldukça zaman alacağa benzemektedir.

Peki genetik eksiklikler ve çeşitli mutasyonlara bağlı çeşitli hastalıklara, gen tedavisi dışında, başka yöntemlerle tedavi uygulanabilir edilebilir mi?...İşte bir genetik uzmanının, bu soruya oldukça dikkatli yaklaşması, hemen ‘hayır’ cevabı vermemesi gerekmektedir. Çünkü gözden kaçsa da başka yöntemler zaten vardı!....

İnsülin hormonu üreten genleri başarabiliyorsanız, gen terapisi yoluyla şeker hastalarına (tip1) vermek, insülinin bu yolla yeniden salgılanmasını sağlamak elbette çok güzel bir yöntemdir ve şeker hastalarını son derece rahatlatacaktır.

Fakat tek yöntem budur mutlaka böyle olacak diyemeyiz. Genetik mekanizmaya ait söz konusu genin ya da genlerin, son aşamada ortaya çıkaracağı biyokimyasal organizma ürününü[1] biliyorsanız ve söz konusu biyokimyasal ürünün işleyişini kavramışsanız dışarıda sentezlenmiş bu ürünü hastaya doğrudan vererek hastanın yaşam kalitesini arttırabilirsiniz[2]. Burada tedavi amaçlı kullanılan insulin aslında, şeker metabolizmasına ait genlerin sentezlemek sorunda olduğu (katabolik yönlü) son ürünü temsil etmektedir.

Geçen yıl aramızdan ayrılan değerli bilim adamı Dr. Hugo Wolfgang Moser’i de unutmadan burada saygıyla anmamız gerekiyor, bütün hayatını çocuklardaki genetik hastalıklara özellikle Adrenolökodistrofi (ALD) konusuna adamıştı. Yaşadığı sürece son ana kadar çocuklardaki genetik hastalıklarla ilgilendi. Doğumdan sonra bütün çocukların ALD testlerinin yaptırılabilmesi için çok çalıştı. Çünkü çocuklarda ortaya çıkan ölümcül genetik hastalık olan ALD erken tanıda, gen transferine gerek kalmadan sıra dışı sayılabilecek bazı besinsel faktörlerle kontrol altına alınabiliyordu[3].

Yöntem ve tedavi tümüyle sıradışıydı..Çünkü bu genetik hastalığın tedavisi bir çocuğun anne-babası tarafından bulunmuştu. Detaylara şimdilik fazlaca girmeden ALD genetik hastalığının o zamanlar kullanılan kandaki semptomlarından (belirtilerinden) konumuzla ilgili olana geçelim. Önceleri bu hastalığın belirtisi olarak kanda tek parametrede trigliserit (3 yağ asidi+gliserol) düzeyi yüksek bulunuyordu ve doktorlar söz konusu belirtiyle de ugraşıyorlardı. Doğal olarak hekimler söz konusu kan trigliserit düzeyinin artmasını istemiyor ve bütün yağlı yiyecekleri bu tip hastalarına yasaklıyorlardı (?). Ve aslında burada bilmeden büyük bir hata yapıyorlardı. Çünkü o zamanlarda olduğu gibi bu gün de kanda tek parametrede yüksekliği risk olarak kabul edilen trigliserit düzeyi, yağlı besinleri yiyeceklerimizden, soframızdan uzaklaştırılması gerektiğini göstermiyordu!...

Lorenzo’nun anne ve babasının sıra dışı tedavi yöntemi ise burada devrede giriyordu. Kanda tek parametrede trigliserit düzeyi yüksek olmasına rağmen Lozenzo’un hastalığını 4 birim oleic ve 1 birim erucic asit karışımıyla öldürücü bir genetik hastalığı (ALD) durdurmayı başarmışlardı. (Bunu da lütfen ikinci not olarak kaydedin: kandaki trigliserit yüksekliği farklı trigliseritlerle yani yağ asitleriyle düşüyor!)

Genetik bir hastalık (ALD) karşısında kazanılan bu ilginç ve şaşırtıcı zafer, özellikle kolesterol konusunda bize olarak neyi gösterebilir? İşte can alıcı, bazılarına göre can sıkıcı bilimsel soru ve sorunlar da burada başlıyor!...Özellikle kardiyoloji alanına sıkıştırılmaya çalışılan tek parametrede kolesterol yüksekliği, trigliserit yüksekliği gibi konularda ALD hastalığı bize neler gösterdi hiç düşündünüz mü?

Aslında çok şey gösterdi ama bazıları hala, bazı şeyleri görmemek için kafalarını kuma gömmeye devam ediyorlar. Bir çok hastalıkta özelikle sıvı yağları kısıtlamanın hiç bir anlamı yoktur. Hastalık türüne göre sadece hangi yağ asitleri olabileceği konusunda biraz kafa yormak gerekiyor. Çünkü çeşitli hastalık türlerine göre alınması gereken yağ asitleri farklılaşabilir!...

Bugün kanda tek parametrede trigliserit yüksekliğini balık yağı ile çok iyi bir şekilde düşürmemizle, ALD hastalığı arasında aslında çok basit kurulması gereken bağlantılar vardı fakat bazı anlayamadığım nedenlerle bunu yaklaşık 20 yıl geciktirdiler…Özetle kanda yüksek olan trigliserit değeri sizin, değişik doku ve organlarınızda, değişik metabolizma olaylarında kullanılmak üzere yağ asitlerine ihtiyacınız olduğunu gösteriyor…Yani kanda trigliserit düzeyiniz çeşitli genetik nedenlerle dahi yükselmiş olsa da (apo C2 eksikliği, apo C3 fazlalılığı, LPL bozuklukları vs) sonuç değişmiyor…Yani kandaki trigliserit yüksekliğini, farklı trigliseritler (yağ asitleri) alarak düşürmeniz mümkün… Bu nedenle ben ve Prof. Dr Ahmet Aydın' başta olmak üzere bazı dostlarım yıllardır 'fındık, fıstık, ceviz, kabak çekirdeği, yumurta, et, tereyağı tüketmekte hiç bir sakınca yok' diyorduk. Tam tersine söz konusu besinleri mutlaka alın, faydalı demiş olsak ta, ne söylemeye çalıştığımızı bile anlamak istemeyen tutucu, klasik araştırmacılarla ugraşıp durduk, boşuna zaman kaybettik!...Yıllarca söz konusu yiyecekler, damar sertliği ve kalp krizi bahane edilerek kardiyologlarca[4] hastalara yasaklanıp durdu!...

Şimdi gelelim kolesterole, yoksa steroidlere mi demem gerekiyor?! Şayet kanda partikül halindeki bir karışımın (lipoproteinin) tek parametredeki yüksekliği, bana ters orantıda ihtiyaç duyulan bir molekül grubunu işaret ediyorsa, kolesterol yerine steroidler yaklaşımı genetik temeller üzerinde konuşuyorsak daha yerinde olacaktır. Çünkü kolesterol nihayetinde, genlerin dünyasındaki pencereden bakıldığında bir steroid molekül birimidir. Bütün steroidler kolesterolden elde edilmesine rağmen, genetik açıdan steroidler kolesterol molekülü ile sonlanmıyor!...Lipoprotein metabolizmasında yüzlerce gen[5] var. Bunun 150 kadarı sadece steroidlerle ilgili genler! Yani yaklaşık 150 kadar geniniz (bu en az 150 enzim demek) bir molekül (kolesterol) steroid ve steroid türevi elde edebilmek, metabolizma olaylarında kullanmak için şu anda arılar gibi çalışmak zorunda…

Steroidler deyince aklıma, bitkisel steroidler geldi. Biliyor musunuz bitkisel steroidler kandaki kolesterol düzeyini inanılmaz derecede düşürüyormuş, hatta ailesel genetik kolesterol yüksekliklerinde[6] yani, apo B-100 ve LDL-reseptörleri genetik olarak mutasyona uğramış hastalarda bile son derece etkili olduğu görülmüş!..Ailesel kolesterol yüksekliği olan çocuklarda[7] bile etkili oldukça güzel sonuçlar elde edilmiş… Bu arada yazmayı unutmadan, apo B-100 geniyle ilgili en az 5, LDL reseptörleriyle ilgili en az 1000 mutasyon bilimsel kaynaklara geçmiş durumda…

Genetik olarak ailesel hiperkolesterolemi teşhisi koyulan bir insanın, genlerinde bazı değişimler, yani mutasyonlar kalıcı, geri dönüşümsüz demektir!...Yani söz konusu kolesterol ile ilgili genetik mutasyonları ve defektleri kolay kolay düzeltmemiz teoride asla mümkün değil …

Biliyorum çok bilgili uzmanlarımızdan bazıları çıkıp, bitkisel steroidlerin emilim hızı yüksek olduğu için, kolesterolle yarıştığını bu nedenle kolesterolün bağırsaklardan az emildiğini filan söyleyecek!...Elbette olabilir!. Fakat bu açıklama yeterli mi? Bence hayır!...

Fakat yine de meraktan çıldırıyorum, örneğin ailesel hiperkolesterolemi yani genetik LDL reseptörleri bozuk, ya da apo B-100 defekti teshisi konmuş bireylerde bitkisel steroid verilmesinin ve kolesterol düzeyinin düşmesi sonrasında genlerinde, bir değişim oluyor mu? Bu konuda yayın bulamadım veya ulaşamadım. Çünkü bu tip hastalarda tek parametrede kolesterol düzeyi mutlaka düşüyor! Yani yüksek kolesterol ile ilişkilendirilmiş mutasyon bir şekilde etkisiz kalıyor!...

Son derece önemli ve anahtar bir soru: Şayet çeşitli bitkisel steroid tedavisiyle düşürülen tek parametrelik kolesterol düzeylerinde, apo B-100 ve LDL reseptör hataları, mutasyonlar düzelmiyorsa söz konusu kandaki tek parametredeki düşüklükler nasıl ortaya çıkıyor?

Mutasyonların öyle ‘şıp’ diye düzelmesi mümkün değil demiştik, hiçbir uzman bunu iddia edemez, tek parametrede kan kolesterol düzeyi, yüksekken bitkisel steroidlerle nasıl normal hale geliyor?...

Tek parametrede kanda kolesterol diye bir molekül olmamasına (lipoproteinler olmasına) karşın, tek parametrede kolesterol yüksekliğine neden gösterilen genler ve gen mutasyonları sayısında öylesine artış var ki, bazen literatürlere dahi yetişmekte zorlanırsınız!.. Ve her kolesterol yüksekliğinde genetik bir şeyler mutlaka vardır!..

Hatta bazı uzmanlar bazı kolesterol yüksekliğine sebep olduğunu düşündükleri bazı genlerin[8] (LXR target gene) tıpkı lorenzonun yağı konusunda (ALD) olduğu gibi, bitkisel steroidlerin aşırı kolesterol sentezinden birinci derece sorumlu tuttukları, bazı genlerin (LXR-target gene) inaktif hale geçebildiğini bile düşünüyorlar. Elbette bu da bilimin olabilirlik sınırları içindedir. Fakat bu genlerin neden ve nasıl inaktif hale geldiği konusu üzerinde, düşünülmesi gerektiği halde, çoğu uzman bunun üzerinde hiç düşünmüyor! Çünkü organizmada genlerin geçici de olsa anabolik yani yapım faaliyetlerini, besinsel faaliyetlere bağlı olarak durdurmasının tek bir nedeni vardır: Organizma veya hücrelerdeki o anki metabolik ihtiyacının giderilmesi, başka türlü genlerin ve gen ürünlerinin sentezinin durması hücresel açıdan mümkün değildir…

Demek ki, daha önce de açıklamaya çalıştığımız gibi steroid metabolizması ve kolesterol metabolizması birbirinden, en azından genetik temellerde ayrılamaz!

Kolesterol sentezlemekle görevli bir gen, bitkisel steroid alındığında neden ve nasıl inaktif hale gelir ki, buna ne gerek var?

Bitkisel steroidleri alınca, genlerdeki steroid sentezi (kolesterol sentezi) neden duruyor?

Bütün bu bulgular da gerçekte hücrenin sahip olduğu steroidleri kullanma ve hücresel steroid sentezinde çok ekonomik davrandığını dolaylı da olsa, net bir şekilde bizlere bütün steroid yapıların önemli olduğunu gösterir. Kardiyoloji bilimi şu an kabul etmese de; dış kaynaklı aldığımız steroidler (ve kolesterol) organizma tarafından hücrelerce yapılan-sentezlenen steroidlerin yapım hızını mutlaka düşürür..

Sadece bitkisel steroidlerin alımında çok önemli bir fark vardır. Bitkilerden alınan steroidler, mutlaka hayvansal hücre steroidlerine göre yapılandırılmalı ve yeniden düzenlenmelidir. Hayvansal organizmaya ait hücreler, bitkisel steroidleri kendi yapısına uygun olarak değiştirip kullanmakla gerçekten son derece kararlı davranırlar. Organizma sahip olduğu bütün steroidleri mümkün olduğunca ekonomik kullanmak zorundadır. Öyle ya dışardan besin yoluyla bir steroid molekül elde etmişsem, onlarca-yüzlerce geni neden aktif halde tutup, neden steroid ve kolesterol sentezlemeye çalışayım ki! Hazır olan bitkisel steroidi alır değiştirir ve organizmaya uygun hale getirir, organizma yararına kullanırım!…

Dışardan alınan her hangi bir besinle elde edilmiş çeşitli bitkisel steroidler varken, hücrenin bir sürü genleri aktive ederek yeniden steroid moleküller üretmesi ekonomik ve hücre dinamikleri açısından zaten kazançlı olmazdı. Hücre açısından düşündüğümüzde hazır bir steroidi birkaç küçük değişiklikle istediğim moleküle çevirmek hücre dinamikleri açısından elbette daha ekonomik olacaktır, daha az hücresel enerji (ATP) harcanacaktır.

Burada kafaları karıştıracak bir soru daha var: İyi güzel de insan kendi kendine sormaz mı, alınan bu bitkisel steroidleri hayvansal hücreler ve organizma ne yapıyor, hangi moleküle dönüşüyor, bitkisel steroidleri hayvansal hücrelerde nerede, nasıl kullanıyor[9] diye?

Söz konusu bitkisel steroller, hayvansal organizma tarafından alınıp hücrelere ulaştıktan sonra söz konusu bitkisel steroidleri, bitki hücresinin kullandığı gibi değerlendirmiyoruzdur değil mi, çünkü bizim hücre organizasyonumuz oldukça farklı?

Bitkisel steroidlerin, hayvansal organizmada mutlaka bir şekilde moleküler dönüşüm geçirmesi ve hayvansal organizma yapısına uygun hale getirilmesi gerekir. Çünkü bitki steroidleriyle, insan steroidlerinin kullanım alanlarında bazı temel farklılıklar göstermesi biyolojik olarak kaçınılamaz bir gerçektir. Bitkilerin sentezlediği steroid/sterol türevlerini hayvansal dokular, hücreler nasıl ve hangi metabolik yollardan geçirerek kullanılır hale getirebiliyor? Kendisi için gerekli ve uygun hayvansal steroidlere dönüştürülen bitkisel steroidler, hangi metabolizma yollarında kullanıyor dersiniz?!

Her ne kadar ‘yok böyle bir şey’ demek için şu an bazı araştırmacıların, doktorların, uzmanların yerinden zıplamak istediğini düşünsem de söz konusu dostlarımdan biraz sabırlı olmalarını rica edeceğim. Lütfen beni ve düşüncelerimi yargılamadan önce genetik[10] bir hastalık olan sitosterolemia (kanda bitkisel steroid yüksekliği)’ yı [11] göz önüne alarak yeniden karar vermeyi deneyin!...

Söz konusu genetik hastalığın (sitosterolemia:kanda bitkisel steroid yüksekliği) tek başına kendi varlığı bile, yukarda söylemeye çalıştığım bitkisel steroidlerin, hayvansal organizma steroidlerine dönüşümüyle de ilgili olduğunu, bitkisel steroidlerin hayvansal steroidlere dönüşümü gerçekleşmediği zaman, hayvansal organizmada neler olabileceğini göstermiyor mu?

Böyle bir genetik hastalığın tek başına varolması bile bitkisel steroidlerin, hayvansal organizma içinde gerçekleşen değişim ve fonksiyonları hakkında bizlere bilgi veremez mi? Bitkisel steroidler kan dolaşımına nasıl katılıyor ve bu hastalığı nasıl oluşturuyor diye elbette sorabilirsiniz!

Belirlendiği kadarıyla, doğuştan veya sonradan gelişen bazı genetik mutasyonlar örneğin; 2p21 kromozomunda bulunan ABCG5 ve ABCG8 genlerindeki çeşitli mutasyonlarla oluşan sitosterolemia (bitkisel steroid yüksekliği) denen bu hastalık, hayvansal organizmalarda sadece gen hatalarında ortaya çıkıyor. Söz konusu genler çalışmadığında kanda bitkisel steroidler artıyor ve hücrelerde bitkisel steroid formuda birikerek hastalıklar yapıyor! Yani söz konusu bitkisel steroidler hayvansal organizma formlarına (?) söz konusu genlerin yokluğunda dönüştürülemiyorlar!...Bitkisel steroidler hücre zarında birikerek, dolaylı olarak organizmaya zarar veriyor?

İşte genetik uzmanları için muhteşem bir soru: Hastalık nedeni olan gen bozuklukları, neden bitkisel steroidlerle, kolesterol metabolizmasıyla ilişkilendirilmiyor, steroidler temelinde neden sorgulanamıyor?

Daha da önemlisi bitkisel steroidler hakkında sıkça söylendiği gibi, bitkisel steroidler ‘sadece hayvansal kolesterolün emilimini azaltıyorsa’ bu bitkisel steroidlere ait genetik düzenleme, hayvansal hücrelerin genlerinde DNA’larında ne arıyorlar? Bu genler olmadığında veya işlev göstermediği zaman bitkilerle beslenen insanlar neden hastalanıyor, bu genlerin insanlarda varolmasının temel mantığı sizce nedir?

Söz konusu sitosterolemia (bitkisel steroid yüksekliği) adı verilen hastalığı oluşturan çeşitli genetik mutasyonlar hayvansal hücrelerde, mutlaka olması gereken bitkisel steroid dönüşüm mekanizmalarını bozmasıyla da tanınırlar. Bitkisel steroidlerin hem transportunu zorlaştırabilir hem de bitkisel steroidlerin hayvansal organizma metabolizmasına uygun hale gelmesi yani bitkisel steroidlerin hayvansal steroidlere dönüşümü (?) bir anlamda söz konusu genlerin yokluğunda engellenir. Bu durumda en azından, söz konusu steroidlerin plazma konsantrasyonun artacağını ve organizmada bazı doku ve organlarda bitkisel steroidlerin birikimi görülecek, bu da biz insanlarda doğal olarak erken damar sertliğine ve bazı kalp hastalıklarının nedeni bile sayılacaktır[12].

Bu konuda oldukça erken yorum yapıp 'hayır' demeden önce lütfen bazı genetik hastalıkları mutlaka hatırlayın, kısaca SLOS adını verdiğimiz Smith-Lemli-Opitz Sendromunda da yeterince kolesterol oluşmadığı, sentezlenemediği için kolesterolden bir aşama önce oluşan farklı bir steroid (7-dehidrokolesterol =7-DHC) kana karışıp hücrelere ulaşıyor ve kolesterolün sahip olduğu metabolik görevleri yapmaya çalıştığı için hücrelerde birikiyor ve dolaylı olarak çocuklarda hastalıklar oluşuyordu. Bitkisel steroid fazlalığında (sitositerolomia) aynı temel mekanizma dikkatinizi çekebildi mi bilmiyorum! Peki sizce neden!

Çeşitli yağ asitlerinin besin olarak alınması tek parametrede kanda trigliserid düzeyinin düşmesini sağlıyor!...

Bitkisel steroidler ise genel olarak, genel olarak kanda bir steroid formu olan kolesterol düzeyinin muhteşem bir şekilde azalmasına yol açıyor!...

Sorun şu: Yüksek lipit düzeylerine, yüksek kolesterol düzeyine yol açtığı iddia edilen genetik defektler, mutasyonlar düzeldi mi?

Söz konusu dış faktörlerin (besinler) söz konusu mutasyonlara olan etkisini nasıl anlamamız gerekiyor?

Saçma da olsa, farkında olmadan genleri ve mutasyonları mu düzeltiyoruz?

Yoksa bilmediğimiz başka genetik veya metabolik faktörler mi var?

Ya da bildiğimiz konuları değerlendirirken, yanlış mı yorumluyoruz, bakış açımızda mı bazı değişiklikler yapmak gerekiyor?

Yeryüzünden gökyüzüne baktığımızda, varolan bütün duyularımızla güneşin dünya çevresinde döndüğünü algılarız. Fakat dünyaya ve güneş sistemine çok uzaklardan baktığımızda aynı şeyi görebilir miyiz?

Genetik kolesterol yüksekliği konusunu da aynı şekilde yanlış algılıyor olabilir miyiz?


devam edecek....

(ikinci bölümün sonu)

Mevlüt Durmuş
Biyolog
01 Haziran 2008






DİPNOT VE KAYNAKLAR

[1] Protein, enzim veya çeşitli enzimler yoluyla sentezlenecek ürünler örneğin steroidler, yağ asitleri vs. Her genin veya gen grubunun varolmasının temel nedeni en az bir ürün ortaya koyabilme yeteneğidir. Bir ürün sentez yeteneği olmayan genlere bilimsel alanda çöp genler adı verilir.

[2] Şeker hastalığı ve insülin ilişkisini birinci not olarak şimdilik bir yere kaydedin, çünkü ilerleyen bölümde size yardımcı olaraktır.

[3] Fakat belli bir noktaya kadar ilerlemiş ALD’si olanlarda, söz konusu yöntem geçerli olamıyordu. Bu nedenle Dr Moser’ erken teshiş edilmesi halinde bu genetik ölümcül hastalığı durdurabileceğini Lorenzo’da görmüştü.

[4] Burada bütün kardiyologlar kelimesi aslında cümlenin gelişine göre ayarlanmıştır, beni tanıyan kardiyolog dostlarımın alınmayacağını umuyorum. Gerek yurt içinden gerekse yurt dışından kardiyoloji alanında gerçeği gören araştırmacıların sayısı günden güne artıyor..

[5] http://www.informatics.jax.org/searches/GO.cgi?id=GO:0044255 Apolipoproteinleri, reseptörleri, yağ asitlerini, nötrol yağları ve yağ asit esterlerini, uzun zincirli yağ asitleri ve alkol türevlerini, sfingolipid, glikolipid, fosfolipid, karotenler, poliprenoller, izoprenoidler, terpenler ve sterodileri en az 366 gen denetliyor . İsteyen okuyucular lipoprotein metabolizmasına ait bu genleri internetten bulabilirler

[6] Kgomotso G. Moruisi et al (2006)Phytosterols/Stanols Lower Cholesterol Concentrations in Familial Hypercholesterolemic Subjects: A Systematic Review with Meta-Analysis. Journal of the American College of Nutrition, Vol. 25, No. 1, 41-48 (2006)

[7] Ågot L Amundsen et al (2002). Plant sterol ester–enriched spread lowers plasma total and LDL cholesterol in children with familial hypercholesterolemia. American Journal of Clinical Nutrition, Vol. 76, No. 2, 338-344, August 2002

[8] Jogchum Plat, Jason A. Nichols and Ronald P. Mensink (2005). Plant sterols and stanols: effects on mixed micellar composition and LXR (target gene) activation. Journal of Lipid Research, Vol. 46, 2468-2476, November 2005

[9] Ephraim Sehayek (2003). Genetic regulation of cholesterol absorption and plasma plant sterol levels: commonalities and differences. Journal of Lipid Research, Vol. 44, 2030-2038, November 2003

[10] 2p21 kromozomunda bulunan ABCG5 ve ABCG8 genlerindeki mutasyon. Bitkisel steroidler bu tip hastaların kolesterol düzeyine fayda sağlamayacaktır.

[11] G. Salen et al (2004). Ezetimibe Effectively Reduces Plasma Plant Sterols in Patients With Sitosterolemia. Circulation. 2004;109:966-971