25 Nisan 2009 Cumartesi

Multifaktöriyel risklerimiz ve yaşamak





Geçirdiğiniz bir kalp krizi sonrası
kolesterolünüz yüksek değilse, doktorunuz
kolesterol konusunu hemen unutacak,
sizin için özenle hazırlanmış
mültifaktöriyel riskleri ortaya koyacaktır!
Peki bu faktörlerin temelini
biliyor musunuz?
Multifaktöriyel risklerimiz ve yaşamak

Hem kolesterol yüksekliği olan insanlar, hem de kolesterolü normal insanlar da kalp krizi geçirebiliyor. Sadece kolesterol düzeyleriniz dikkate alındığında ve damar sertliğine bağlı geçirilmiş olan kalp krizlerine bakıldığında[1], aslında kalp krizi geçirmeniz yazı tura gibi bir şey!

Artık bu açık bir şekilde biliniyor!…

Fakat burada bir sorun ortaya çıkıyor.

Günümüzde çoğu uzmanımızca ‘şu kadar kolesterol düşüklüğü, sizin kalp krizi geçirmenizi, damar sertliğinizi şu kadar engeller’ şeklinde yapılan araştırmaların doğruluğu da şüpheli bir hale gelmiyor mu dersiniz?

Madem ki, nesnel gerçeklerde kalp krizi geçiren veya damarları tıkalı olan insanların en az yarısının kolesterolü normal[2], kolesterolün düşük olmasının teorik avantajı sadece istatistiksel araştırmalarla sınırlı kalacak demektir. Şayet kolesterol miktarındaki düşüklükler, gerçekten kalp krizleri miktarında azalmaya yol açmış olsaydı, kalp cerrahları eminim daha az yorulacaklardı. Ameliyat, anjio veya kalp krizi geçiren hastaların tümünde, kolesterol düzeyinin belirgin bir şekilde yüksek olması aslında bu tartışmayı bitirebilirdi...
Ameliyat masalarında birebir yaşanılan gerçeklerle, teorik ve istatistiksel çalışmalarla neden çelişir ki? Böyle bir durumda, kolesterol yüksekliği ve kalp damar hastalıkları ilişkisindeki teorik ve istatistiksel iddiaların, nesnel gerçeklerle yani geçirilmiş olan kalp krizleriyle uyuşması imkansızın çok ama çok ötesinde demektir.

Kolesterol yüksekliğine bağlı istatistiksel iddialar, yaşanılan gerçeklerle çatıştı…

Damar sertilğine (ateroskleroza) bağlı kalp damar hastalıklarında, sorun sadece kolesterol yüksekliği olsa, sadece yüksek kolesterolü olan insanlar kalp krizi geçirse sorunu çözmek çok ama çok daha kolaydı. Fakat görüyoruz ki, kalp krizleri ve kolesterol ilişkisinde yaşanılan gerçekler göründüğü ve insanlarımıza anlatıldığı gibi değil…


Fakat siz yine de, yaşlılarda ölüm oranları ve kolesterol düzeyleri arasındaki ilişki inceleyen, kolesterol düştükçe ölüm oranlarının arttığını söyleyen, onlarca araştırmayı unutup[3], ‘kolesterol düzeyinde 10 mg/dl’lik düşüş, damar sertliğine bağlı kalp krizi riskini yüzde bilmem kaç düşürür’ ısrarlarına her zaman için hazırlıklı olun! Çünkü kardiyoloji dünyasının kısa vade de kolesterol saplantısından kurtulması hem teorik, hem de pratik açıdan pek mümkün değildir. Tek parametrelik kolesterol yüksekliğinde neden- sonuç ilişkileri ilk başından bu yana sürekli yanlış kurulmuş ve böyle devam etmesi istenmiştir. Neden-sonuç ilişkileri[4] 1960’lı yıllardan bugüne yanlış kurulduğu için, kolesterol yüksekliği konusundan kolay kolay vazgeçilmeyecektir!

Birim alanda partikül yoğunluğuna ve aynı zamanda partikül fizyolojisine bağlı kolesterol miktarı değişimleri, kardiyoloji dünyası tarafından kabul etmediği sürece insanlar bu ‘kolesterol’ kabusundan hiçbir zaman kurtulamayacaktır.

Bir yalan, farklı bir yalanı doğurur…

Elbette, kalp krizleri için başkaca ‘risk faktörleri’ni de biz de biliyoruz. Kolesterol dışı “multifaktöriyel risk faktörleri” denilen, fakat içeriği tam açıklanamayan kardiyoloji dünyasının çok sevdiği anlaşılması zor söylemlerden bizim de birazcık haberimiz var. İtiraf etmek gerekirse, biyoloji ve canlılıktaki bazı temel bir kuralı unuttuğumuz, sistematik düşünce sisteminden uzaklaştığımız ve boş bulunduğumuz bir anda, biz de bu multifaktöriyel risk faktörleri konusuna 3-5 ay takılıp kalmıştık….

Unutmayın, insanlara ‘risk faktörleri’ adı altında verilen bu olgular, normal kolesterol düzeylerinde yaşanmış olan kalp krizlerinin sorgulanması sırasında devreye giriyor, bu nedenle multifaktöriyel risk faktörlerini bir vatandaş olarak anlamanız çok önemli!

Biyolojik temellerle sistematik düşünüldüğünde, multifaktöriyel risk faktörlerini anlamak son derece basit ve anlaşılması en kolay konulardan biridir! Yani sanıldığı gibi mültifaktöriyel risk faktörlerinin anlaşılması hiçte zor değildir. Sadece detayla gerektiğinden fazla takılmayın yeter!

Kardiyoloji dünyasının görüşlerine göre, kolesterol dışındaki kalan ‘Risk faktörleri’ öylesine karmaşıklaştırılmış bir olgu ki, sadece bu açıdan baktığınızda konunun içinden çıkmanız bir hayli zor. Şayet kolesterol düzeyiniz normal durumdayken kalp krizi geçirmişseniz, multifaktöriyel risk faktörleri mutlaka devreye girecek, böyle bir durumda kolesterolünüzün yüksek olmadığına fena halde üzüleceksiniz demektir!
Multifaktöriyel risk faktörleri size öyle bir aktarılır ki, damarlarınızı tıkayıp sizin kalp krizi geçirmenizi sağlayan fiziksel olgu ( yani aterom plakları), damarlardaki daralma, tıkanma sanki sizde hiç oluşmamış gibi düşünürsünüz. Damarlarınızın tıkanmasına neden olan asıl fiziksel ve maddesel bulgular (aterom plakları) değil, damarlarınızı tıkayan çeşitli ‘risk faktörleri’adı verilen karmaşık olgularınızdır. Oysa damarlarınızı tıkayan aterom plaklarının fiziksel ve patolojik yapısı bellidir. Damar sertliğini oluşturan maddesel ve fiziksel gerçeklik, hem kolesterolü yüksek olanlar hem de kolesterolü normal olanlarda üç aşağı beş yukarı aynı fiziksel ve patolojik[5] özellikleri taşırlar…

Size anlatılan, kalp krizine neden olabilecek risk faktörleriniz arasında neler yoktur ki: Genetik yatkınlık, karaciğer hastalıkları, akciğer hastalıkları, tiroid hastalıkları, böbrek hastalıkları, şeker hastalığı, sigara, şişmanlık, aşırı alkol, tansiyon, metabolik sendrom, hareketsiz yaşam şeklinde uzar gider liste.

Listeye baktığınızda, normal şartlarda 40-60 yaşına gelmiş bir insanın kalp krizi geçirene kadar, bu hastalıkların hiç birini yaşamamış olması imkansızdır. Bu nedenle, normal kolesterol düzeyinde kalp krizine yakalanmışsanız, her zaman bir risk faktörü sizde çok kolayca bulunur ve bu riskler (şaşıracaksınız ama) gerçekten de doğrudur! Fakat uzun vadede…

Peki geçirmiş olduğunuz damar sertliğine bağlı bir kalp krizi için, yaşam boyu geçirdiğiniz ve geçirebileceğiniz bütün hastalıklarınız neden birden bire risk faktörü olabiliyor dersiniz!....

Bu basit olguyu gerçekten kavramanız için, yaşamın biyolojik dinamiklerini ve gizemlerini biraz daha temelden anlatmamız gerekiyor!

****************

İnsan organizması, fiziksel olarak değişik ve birbirinden farklı organ, doku, hücrelerin oluşturduğu bir bütündür. Ve yaşam için önemli olan bu bütünlüğün korunmasıdır. Kısaca, hücreleriniz birleşerek dokuları, dokular birleşerek organları, organlar birleşerek canlı organizmamızı oluştururlar. Organizmanın düzenli işlemesi, bir anlamda organlarınız, dokularınızın ve hücrelerinizin birlikte düzenli ve sistematik bir şekilde işlemesine bağlıdır. Ve organlar arasında sürekli bir iletişimin, haberleşmenin varolması organizmanın ‘olmazsa olmaz’ ve asla değiştirilemez temel kuralıdır. Organizma içinde sürekli çalışan organlar arasında sağlıklı bir iletişimin doğal olarak birçok yolu vardır. Fakat organlar, dokular ve hücreler arasındaki iletişimin et etkili yollarından biri, organlarla ilişkili molekülerde ortaya çıkan moleküler değişim ve moleküler farklılaşmalardır. Moleküler değişim, moleküler farklılaşmalar ve moleküler yenilemeler olmadan organlar arasında sistematik çalışma sağlanamaz!

Bir organla ilişkili olarak ortaya çıkan molekülerdeki çok farklı, aşırı değişim ve farklılaşma, en az iki temel gerçeği ortaya çıkarmış olur:

1. Söz konusu moleküler farklılaşmaya, azalmaya veya yükselmeye (şeker yüksekliği vs) neden olan organınız rahatsızdır (örneğin, penkreas=şeker hastalığı). Organizma içindeki bütün moleküllerdeki değişim ve farklılaşmalar mutlaka bir organı, bir dokuyu veya hücre grubunu işaret eder

2. Söz konusu hasta olan veya işlevsiz kalan organ nedeniyle ortaya çıkan moleküler anlamdaki değişimler, mutlaka zaman içinde diğer farklı organların düzen ve sistemli çalışmasını da etkileyecektir. Çünkü bir organın fonksiyonlarının bozulmasıyla, organizma bütünlüğü zarar görmüştür.

Bizce, tam bu noktada, yani ikinci madde de kardiyoloji biliminin ‘risk faktörleri’ adını vermiş olduğu olgu devreye girer. Yani böbrekleriniz iyi çalışmıyorsa, akciğer hastalığı nedeniyle solunum olayında (sigara) düzensizlik yaşıyorsanız veya pankreas organı nedeniyle şekeriniz yükselmişse, söz konusu organlarda yaşanan düzensizlikler mutlaka kalp damar sisteminizi de kaçınılmaz olarak, bir şekilde etkileyecektir. Bizce biyolojik olarak bunda şaşılacak ve anlaşılmayacak bir durum yoktur.

Hatta, bazı durumlarda bir organda ortaya çıkan rahatsızlığın, farklı organları etkilemesi, farklı organlara zarar vermesi engellenebilir. Örneğin böbreklerinizde tedavisi gerçekten zor bir sorun varsa, yükselen (üre, kreatinin gibi) bazı değerler, diyaliz cihazları yardımıyla kandan uzaklaştırılabilir. Fakat unutmayın, bu durum böbreklerdeki temel sorunun bittiğini göstermez. Burada amaç böbreklerindeki rahatsızlığın diğer organları etkilemesini engelleyebilmek (diyaliz) ve organizmanın işleyişindeki bütünlüğü devam ettirebilmektir. Böylece böbreğiniz dışında kalan farklı doku ve organların zarar görmesi az da olsa engellenmiş olursunuz.

Şayet bu yapılamayacak olursa, kalp damar sistemi dahil bütün organ, doku ve hücreler, böbreklerde ortaya çıkan bu (üre, kreatinin yükselmesi) durumdan etkilenecek ve sonuçta organizma yaşamını bir şekilde kaybedecektir[6].

Aynı olgu pankreas organı ve şeker hastalığı ilişkisi içinde geçerlidir. Yüksek tansiyon, akciğer hastalıkları ve benzeri risk faktörleri içinde bu temel biyolojik kural hiç değişmez. Organlar üzerinde ortaya çıkan her hastalık uzun veya kısa vadede, farklı organların çalışmasını ve metabolizmasını bozmak yoluyla canlıya zarar verebilir…

***************************************
Multifaktöriyel risklerimiz arasında, bir de genetik faktörler konusu vardır. Sizlere sihirli bir sözcük gibi söylenmiş olsa da, genetiği mekanizmayı anlamak multifaktöriyel riskleri anlamaktan çok daha kolaydır.

Yaşam için gizemli yolların çizildiği temel biyolojik noktalar elbette genlerde başlar ve hiç kimse tarafından genetik etkiler inkar edilemez!

Fakat tıp bilimleri açısından unutulan durum çok farklıdır. Genlerimiz, canlı sistemler üzerindeki etkilerini mutlaka bir hücre, bir doku veya bir organ aracılığı ile ortaya çıkarmak zorundadırlar. Mutlaka genlerin etkili olduğu hücreler, dokular ve organlar vardır. Genetik etkilerin ortaya çıktığı, hücre ve organlar da, elbette hastalıklara göre çok farklı değişimler gösterirler. Örneğin şeker hastalığında, insülin yetersizliğine bağlı genetik etkiler öncelikle pankreas organına ait hücrelerde başlar! Ve bu organ ve hücrelerindeki fonksiyon bozuklukları, istenmese de diğer organları mutlaka bir biçimde etkileyecek, organizma bütünlüğü de bir şekilde zarar görecektir.

Ayrıca tıp dünyasındaki önyargı haline gelen, ‘bu genetik bir hastalık’ hiçbir şey yapılamaz düşüncesi de, her zaman geçerli değildir. Genetik etkilerin ortaya çıkmış olduğu doku veya organ gerçekten belirliyse, söz konusu organın değişimi (transplantasyon) sağlanabiliyorsa genetik olan sorun temelden çözülmüş olur! Örneğin genetik bir kolesterol yüksekliğinden (familial hypercholesterolemia) söz ediyorsanız, karaciğer nakli, bu konudaki bütün sorunları çözecektir ve uzun zamandan beri zaten ülkemizde de yapılmaktadır!...

***************************************
Bir önceki yazımızda da açıkladığımız gibi, kalp krizleri için mültifaktöriyel riskler adı altında insanlara sunulan riskler, aslında farklı hastalıklar sırasında ortaya çıktığını varsaydığımız (moleküler ve fiziksel) etkileşimlerden başka bir şey değildir.

Bu durumda bir konu açıklığa kavuşmuş olur.

Kalp krizleriyle ilişkilendirilen 'multifaktöriyel riskler' sizlerin önceden geçirdiği veya geçireceği bütün hastalıklar ve hastalık sonucu oluşan farklı moleküler etkileşimlerdir.

Sonuç olarak, kalp damar hastalıkları için, önceden yaşadığınız ve yaşamakta olduğunuz bütün hastalıklar risktir sonucuna ulaşırsınız. Şeker hastalığı, böbrek hastalıkları, karaciğer hastalıkları, akciğer hastalıkları vs vs.

İşte size multifaktöriyel riskleriniz: ‘Multi’ kelimesinin, yani Türkçesi ‘çok veya çoklu’ diyebileceğimiz kavramın yerine istediğiniz bütün organları ve hastalıklarını tek tek, ya da gruplayarak koyun. Böylece konu daha da anlaşılır olacaktır. Akciğer, karaciğer, böbrek, dalak, barsak…..

Biyolojik ve organizma bütünlüğü açısından multifaktöriyel risk faktörlerini tartışmak anlamsızdır. Hemen hemen her hastalık ve rahatsızlık sırasında organların sistematik çalışma bütünlüğü bir şekilde zarar görür veya bozulmuştur. Yani geçirmiş ya da geçirmekte olduğunuz bütün hastalıklarınız, kardiyoloji dünyasınca kalp damar sağlığınız için ‘risk faktörü’ sayılmaktadır. Hatta kelliğiniz bile buna dahil edilebilir!

Günümüz anlayışına göre, kalp krizi için insanlara sunulan risk faktörlerinin tümü dikkate alındığında, size anlatılmak istenen paradoks şudur:

Sadece hiç yaşamıyor olmanız halinde kalp kriziyle ilişkili risklerden kurtulmanız mümkündür!

Ve doğrudur!....

Yaşamak gerçekten de büyük risktir...



Mevlüt Durmuş
Uzm. Biyolog
25 Nisan 2009


DİPNOT VE KAYNAKLAR
[1] Ridker PM et al (2008). Rosuvastatin to Prevent Vascular Events in Men and Women with Elevated C-Reactive Protein. N Engl J Med 2008;359:2195-2207.
[2] http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=32831 (Sayı 749) Kalp cerrahı Prof. Dr. Binnur sönmez, ameliyat ettiği hastalar için bu oranın %60 olduğunu söylüyor.
[3] R.S. Spada et al (2007). Low total cholesterol predicts mortality in the nondemented oldest old. Archives of Gerontology and Geriatrics. Volume 44, Supplement 1, 2007, Pages 381-384
[4] Neden-sonuç ilişkilerini ayrı bir yazıda inceleyeceğiz

[5] %50 kalsiyum, %47 makrofaj ve hücre kalıntıları, %3 kolesterol
[6] Bu durum her ne kadar yüksek kolesterol düzeyi içinde geçerli gibi görünse de, görünüşe lütfen aldanmayın. Çünkü kanda kolesterol değil, küçük (small LDL) ve kanda kullanılmayan partiküllerin kandan uzaklaştırılması (LDL foresis) bu sorunu çözüyor gibi görünür. Fakat bu durumda organizmanın lipit ihtiyacı karşılanmadığı için, organizma üzerinde damar sertliğinden çok farklı yıkıcı sorunlar ortaya çıkar! Bu konuyu başka bir yazıda ele alacağız.

16 Nisan 2009 Perşembe

Damarlardaki tehlike: Ya kolesterol değilse!



Damarlardaki tehlike: Ya kolesterol değilse!
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=32831

Aksiyon dergisinde bu haftaki (SAYI: 749) kapak konusu kolesterol tartışmalarına ayrılmıştı. Her şeyden önce böyle bilimsel bir konuyu kapak konusu yapabilmek, bu konuda aykırı düşüncelere dikkat çekebilmek büyük bir özveri gerektirir. Bu nedenle dergiyi ve Emin Akdağ'ı iştenlikle kutlamamız gerekiyor! Çünkü 'klasik kolesterol anlayışı'nın ötesinde bir şeyleri sorgulamak gerektiğini vurgulamaktan çekinmemiş. Yazı tümüyle bizim görüşlerimizi ele almamakla birlikte, farklı düşüncelerin varlığını vurguladığı için önemli ve mutlaka okunmalı...

Yazının bizim düşüncelerimizle ilgili bölümüne kısa bir göz attıktan daha sonra, anlaşılmayan bölümlerini açıklamak zorundayız...



"...... Tablo bir; kolesterol değeri normal ama damar sertliği söz konusu. Tablo iki; sağlık açısından risk yok ama kolesterol yüksek. Tablolar eşliğinde Sağlık Bakanlığı'na hayati bir soru: Kim, ne zaman, hangi miktarda ve ne kadar süre kolesterol düşürücü ilaç kullanmalı?


Bir varmış, bir yokmuş diye başlar masallar. Yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olayları anlatır hikâyeler. 2007 Temmuz'unda ilk baskısını yapan Shane Ellison'un yazdığı 'Bir Masalmış Kolesterol- Kolesterol düşürücü ilaçlar hakkında gizlenen gerçekler' başlıklı kitap, damar sertliğinin (ateroskleroz) oluşum süreci ve buna bağlı kalp hastalıklarına dair tartışmaları alevlendirmişti. Kolesterol seviyesini düşüren 'statin' grubu ilaçların, internet ortamında dolaşan metinlerle yargılanması, güç kazanarak devam ediyor. Öne sürülen dayanaklar ele gelir ve doğru. Damar sertliğinin sadece sebeplerinden biriydi kolesterol yüksekliği.

Öte yandan, kalp krizi geçiren hastaların yaklaşık yarısında kolesterol seviyesi normaldi; kolesterolü yüksek insanların yine yüzde 50'sine yakınında ateroskleroz oluşmamıştı. O hâlde niçin her kolesterolü sınırı aşanlara ya da aşmamasına rağmen damar sertliği hastalığına yakalananlara statin ilaçları veriliyordu? Kolesterol yüksekliği, Ellison'un iddia ettiği gibi, ilaç endüstrisinin uydurduğu ve başta kardiyologların inandığı bir masal mıydı yoksa? İhtimal dâhilindeki öngörülerin kurgulandığı bir hikâye de olabilir miydi?

Tartışmanın temel boyutlarını ve önemli ayrıntılarını araştırdık.

İşte gerçekler…

Hemen vurgulanmalı ki, 'bir yağ türü'; 'yağ benzeri bir madde' ve 'organik kimyasal yapı' benzeri farklı nitelemelerle tarif edilse de; kolesterol, son derece önemli fonksiyonlara sahip, vücut için vazgeçilmez unsurlardan biri. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği'nin (kolesterol-trilgiserid, yükseklikleri ve damar sertliğiyle ilgilenen) lipid masasından Prof. Dr. Ahmet Kaya, 18'inci yüzyılda ilk defa belirlendiği safra (chole) taşlarından ve steros (katı) kelimesinden alan kolesterolün görevlerini şöyle anlatıyor: "Safra asitlerinin ve estrogen, progesteron, testosteron gibi seks steroidlerinin; kortizol, aldosteron, adrenal seks steroidleri gibi böbreküstü korteksinden salınan hormonların ve D vitamininin ön maddesidir. Hücre zarının yapısına girer, başta sinir dokusu olmak üzere birçok dokuda yapı taşı gibi görev alır." Vücut kolesterol ihtiyacının çoğunu karaciğer üretiminden karşılıyor. Az bir bölümü hayvansal gıdalardan sağlanıyor. 2 gram civarındaki iç üretim bünyeye yetiyor. Aslında bebekler hariç besin yoluyla takviyeye gerek yok. Bu hayati madde vücutta ihtiyaç duyulan noktalara kanla taşınıyor. Ancak suda erimiyor. Bu yüzden eriyebilen, protein ağırlıklı bir maddeyle birleşiyor, bir bakıma paketleniyor. Bu moleküle 'lipoprotein' deniyor. Molekül ikiye ayrılıyor; düşük yoğunluklu (LDL) ve yüksek yoğunluklu (HDL). LDL' ye kötü kolesterol deniyor ve yükselmesi istenmiyor. Çünkü daha fazla yağ daha az protein içeriyor. Stabil değil, dolaşımdayken parçalanmaya, damar duvarındaki hücrelere yapışmaya ve onları parçalamaya eğilimli. Bu özelliğiyle, diğer yağ içerikli maddeleri (trigliserid), yapışkan kan pıhtısını (fibrin ve trombositler) ve beyaz kan hücrelerini âdeta mıknatıs etkisiyle üzerine çekiyor. Damarda 'plak' oluşumuna, sertliğe, tıkanmaya yani koroner hastalığa zemin hazırlıyor. 'İyi kolesterol' denen HDL'nin ise LDL'deki durumun aksine, düşmesi problem. Damar cidarına yapışmadan kanda kolayca hareket ediyor. Dolaşımda stabil. Atar damardan yüklendiği kolesterolü yıkım sürecinin başladığı karaciğere getiriyor. Karaciğerin alkol ve başka sebeplerle hasar görmesinin, bu molekülün faydalarını boşa çıkardığı bilgisini araya sıkıştırmakta fayda var.

Memorial Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez, 'hastalar kolayca kavrasın' mantığıyla bir formül geliştirmiş. İlk harflerini kodlayarak HDL'ye 'hayırlı'; LDL'ye ise 'lanetli' diyor. Riskli ve ideal değerler, dosyadaki grafiklerden incelenebilir. Kolesterol yüksekliğinde genetik faktörler de rol oynuyor. Bunu şimdilik engellemek imkânsız. Ama beslenme alışkanlıklarını ve yaşam biçimimizi yönetmek elimizde. Doymuş ve trans yağlar, sabıkasıyla meşhur. Daha sağlıklı doymamış yağların kaynağı ise bitkisel gıdalar ve sıvı yağ. Diğer bir yağ türü trigliseridlerin vazifesi, enerji temini. Et, tereyağı, süt ve süt ürünleri cinsi hayvansal gıdalar doymuş yağ bakımından hayli zengin. Transta sabıka kabarıyor. LDL'yi yükseltirken, can simidi HDL'yi düşürüyor. Gıdaların raf ömrünü uzatmada kullanılıyor. Başta patates-mısır cipsi, bütün işlenmiş çerezler, derin dondurulmuş yiyecekler, günümüzde artık dikkat edildiği ilanlarla duyurulsa da, hâlen birçok margarin çeşidinde bolca bulunuyor. Aşırı şişmanlık ve hareketsizlik de kolesterol yükselmesini kamçılıyor. Kilo kaybetmeden ve egzersiz yapmadan LDL'yi düşürmek, ilaçla dahi zor.

Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Hastanesi Kardiyoloji Şefi Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen, "Kolesterol bir masaldır." tezini savunanlara karşı, "Hayır değildir, ciddi bir risk faktörüdür. Bunu gösteren binlerce bilimsel kanıt vardır. Aksine ciddi hiçbir kanıt ise yoktur." diyor. Tezciler soruyor: "Peki, o zaman neden kalp krizi geçirenlerin yarısından fazlasında kolesterol değerleri normal düzeydedir?" Yeşilçimen'in cevabı şöyle: "Kalp krizi ve koroner kalp hastalığı tek bir sebebe bağlı değildir. Bilinen belki bir düzine sebebi vardır ve giderek başka nedenler de ortaya çıkmaktadır. Genetik faktörler, sigara, şişmanlık, hareketsiz yaşantı… Multi-faktöryel dediğimiz çok sayıdaki nedeni, kanserden romatizmaya kadar pek çok hastalıkta görmek mümkündür. Bu sebeplerin her birinin, sonucu aynı güçte ve derecede etkilemesi gerekmez. Bu yadırganacak durum değildir. 'Mademki çok sayıda sebep var, o hâlde kolesterol dâhil hiçbirine kafa yormayalım' diyemeyiz. Her bir sebebi bilmeliyiz ki, tedavi edebilelim. Ne yazık ki bilim, bu şekilde iğne ile kuyu kazarak ilerliyor."Kardiyolog Yeşilçimen'e göre, LDL'nin 70 mg'nin altında seyretmesi, koroner vakıa adedini hatırı sayılır ölçüde düşürecektir. Pahalılığı sebebiyle, buna yönelik tedavi yüksek risk grubundakilere öneriliyor. Orta risklilerde ideal sınır 100 mg. "İngiltere'de yüksek riskli hastalarda LDL kolesterolü 70 mg altına düşüren doktorlar, sağlık harcamalarını azalttığı için, tasarruf edilen miktarın bir bölümünü ödül olarak alıyor. Türkiye'de ise LDL 160 mg altında ise ekonomik nedenlerle ilaç yazamıyoruz. Hâlbuki pahalı olduğu için kullanımı kısıtlanan bu ilaçların Uzak Doğu ülkelerindeki fiyatları sudan ucuz. Ancak patent yasası elimizi kolumuzu bağlıyor." diye yakınıyor Yeşilçimen. Statin etken maddeli kolesterol ilaçlarının yan etkileriyle alakalı tartışmalara geçmeden bir detayı irdelemeliyiz. Yeşilçimen'in, bilimin 'iğne ile kuyu kazarak ilerlediğini' belirttiği detayı. Uzman Biyolog Mevlüt Durmuş, 'kandaki yüksek kolesterol değeri-damar sertliği' arasındaki ilişkinin, 'bilimsel bir kanun' olmadığını söylüyor: "Damar kireçlenmesi, sertliği oluşum hipotezleri temel olarak ikiye ayrılır ve bu hipotezlerin biri genellikle ortada görünmese de, yine de hipotezler birbirini reddetmez. Fakat nedense asla ikisi bir arada söylenmez." Damar sertliğinin sebeplerinden biri tartışılan kolesterol teorisi. Durmuş'un gizlendiğini öne sürdüğü ikinci teori ise 'kronik endotel hasar hipotezi': "Damarlarda oluşan bir tür düşük yoğunluklu kronik iltihaplanma." Şüphesiz bilimsel araştırmaların neticesi istatistiki verilere dökülmekte.

"Kolesterol masaldır" savunucularından Durmuş da, istatistiğin 'eğlenceli tarafı'nın ve 'bilime katkısı'nın farkında. Ama 'bilimsel veriler arasında doğru mantık bağlantısı' şartıyla… Kolesterol tezindeki bağın yanlışlığına inanıyor: "Bilimi ve modern bilimin tıp anlayışını sadece istatistiksel veriler, sadece akademik yayın sayısı olarak görürseniz, bu sonuç kesinlikle kaçınılmazdır." İğne ile kuyu kazan bilim adamlarına sormanın tam zamanı: "Damar sertliğine yol açan iki ana sebep birbiriyle ilişkili mi?/Kronik iltihaplanmada kötü kolesterolün (LDL) payı söz konusu mu?/ Biriken sadece iltihapsa, salt buna dair tedavi ya da ilaç var mı?" Tabii ki iltihabın niçin ve nasıl oluştuğu da mühim.

Yeniden Durmuş'un iddialarındayız: "Yüksek kolesterolün fazla üretim sorunu olduğu iddia edilerek insanlara boşu boşuna statin yutturdular. Kolesterol sorununun, kanda kullanılmayan partikülden kaynaklandığını, biriken partiküller kullanılmadığı için kolesterolün yüksek olduğunu insanlara göstermek istemediler. Buna rağmen statinlerle hücresel kolesterolün üretim ve sentezini durdurdular."

Durmuş, ilaç firmalarının şimdi de, kalp krizi atlatan ama kolesterolleri düşük hastalara statin satmayı planladığını da ifade ediyor. Yüksek kolesterol teziyle çelişen bu planın gerekçesi ne ola ki? Meğer statin, yükselmesi zararlı hCRP değerini de düşürüyormuş. Bu değerin ehemmiyeti, kriz sonrası artıyormuş. Kolesterolün yükselmesi riskli, peki ya kontrolsüzce gereğinden fazla düşürülmesi? O da riskli. Düşük kolesterol düzeyleri, kanseri tetikliyor. Söz kanserden açılmışken, son zamanlarda bazı kanser türlerinin tedavisinde statinlerin denendiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Acaba, statin kanser ilacı mı olacak? Bunda rotayı, bilimsel manada tedavi edicilikteki başarı kriteri, ilaç endüstrisi cephesinden de kâr-zarar hesabı çizecek elbette. Statinin; uzun süren aşırı dozlarla kolesterol değerini istenmeyen seviyelere düşürdüğü, bazı hastaları kansere itmesinin yanı sıra, kanser tedavisindeki vücuda verilişi de kritiğe muhtaç. Kanserli hücreleri yok edebilir, ya sağlıklıları… Doğrudan kanserli hücrelere tatbikle bu risk aşılabilir belki.

Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), güvenilen sektörel denetim kuruluşlarından biri. İlaç firmaları onay sürecinde beklemeyi pek sevmiyor. Bir gün, bazen 1-2 milyon dolara bedel. FDA süreci hızlandırmak için, ilacın hastalıktaki fonksiyonuna odaklanıyor. Hâliyle, ilacın yan etkisini araştırmak çoğunlukla üretici firmaya kalıyor. Ruhsatlandırmada artı bir güne tahammül edemeyen ilaç firmaları, bunun için ne kadar zaman ve kaynak ayırabilir ki? İlaçların yüzde 51'indeki ciddi yan etkiler piyasaya çıktıktan sonra tespit edilmiş. Bu istatistik, az önceki sorunun haklılığını ve değer katsayısını gözler önüne seriyor. 1998 tarihli JAMA istatistiğinde, FDA denetimindeki ABD'de 106 bin kişinin ilaç yan etkilerinden öldüğü bilgisi kayıtlı. Statinler, kolesterol sentezini engellerken, Co-Q10 enzimini de bloke ediyormuş. Bu enzim ATP üretimi, kas elastini ve kas kolajeni yapımında fonksiyonel. Blokesi, kas ağrıları ve krampla sonuçlanıyor. Avusturya'dan 2004 yılına ait bir istatistik: Genetik kolesterol yüksekliğini haiz 22 atletten 16'sı, kas ağrılarına dayanamayarak statin tedavisini bırakıyor. Danimarka'daki bir araştırmada da 500 bin kişi incelenmiş. Statin kullananlarda el-ayak karıncalanması, ağrıları ve yürüme aksaklıkları, kimi nörolojik bozukluklar görülmüş. Kalbin dolum aşamasında rahatsızlık ve bağışıklık sisteminde zayıflık oluşturduğuna ilişkin araştırmalar da var. Doç. Yeşilçimen uyarıyor: "Doktorunuza danışmadan sakın ilacınızı bırakmayın." Statinler 20 yıldır piyasada ve güvenli. Yan etkilerin çoğu hatalı kullanıma bağlı. LDL'yi yüzde 30'lar seviyesinde düşürerek kalp damar hastalıklarını ve irtibatlı ölümleri azaltıyor. Esas çözüm, Yeşilçimen'in şu sözlerinde saklı sanki: "Risk faktörlerini doğuran ve hastalık üreten yaşam tarzını değiştirmek yerine, etkili olduğu kesinlikle kanıtlanan bu hapları milyarlarca dolar ödeyerek ve avuç avuç yutarak, tembel ve şişman bir dünyada yaşamaya mahkûm oluyoruz. Çünkü yapılan araştırmalar, yaşam tarzını değiştirmenin yani insanlığa giydirilen bu deli gömleğini çıkarmanın mümkün olmadığını söylüyor.

Neden acaba?
Bilim dünyasının çözmesi gereken asıl Da Vinci'nin şifresi bu!"

Kolesterol tartışmalarında nihai adres hiç kuşku yok ki Sağlık Bakanlığı.
Böylesine hayati bir konu, bir an önce polemik ortamından kurtarılmaya muhtaç. Kim, ne zaman, hangi miktarda ve ne kadar uzun süre statin ilaçlarını kullanmalı?......" (yazının devamı, klasik kolesterol görüşleriyle ilgili ve bu görüşleri zaten biliyorsunuz!)


YORUM: GÖRMEK VE BAKMAK ARASINDAKİ FARKLAR....

Bizim konu hakkında, yorumlarımı oldukça basit olmasına rağmen, sayısız araştırmacının hala gerçek sorunu göremiyor, görmek istemiyor olması oldukça şaşırtıcı. Kandaki partikül yoğunluğu yerine uzmanların hala kolesterole takılmış olması son derece üzücü...

1. Kalp damar sağlığındaki Multifaktöriyel risk kavramı, kolesterol suçlu diyen araştırmacıların adeta can simidi olmuş durumda. Fakat bu durumun basit bir açıklaması olduğunu sayısız uzmanımız çok kolay unutuyor. Hücre, doku ve organların oluşturmuş olduğu organizma bir bütündür. Bir organda meydana gelen bir hastalık, geri kalan bütün organ, doku ve hücrelerin işleyişinin bozulması için gerekli riski zaten kendi üzerinde doğal olarak barındırır. Yani şeker hastalığınız (insülin yetersizliği) varsa, pankreas organınız yeterli bir şekilde görevini yapamıyor demektir. Hasta olan penkreas organının insülin metabolizmasıdır, bu hatanın diğer organların çalışma düzenini aksatması, diğer organ ve dokularda hastalıklar için risk oluşturması bu açıdan kaçınılmazdır.

Bu örnekten anlaşılacağı gibi, bir organın geçirdiği veya geçirmekte olduğu bir rahatsızlık, geride kalan bütün doku, organ, sistemler için risk oluşturur.

Yani kalp krizleri için mültifaktöriyel riskler adı altında insanlara sunulan riskler, farklı hastalıkların oluşturduğu varsayılan (moleküler) etkileşimlerdir. Yani kalp damar hastalığındaki 'multifaktöriyel riskler' sizlerin önceden geçirdiği veya geçireceği bütün hastalıklardır sonucuna ulaşırsınız.

Yani kalp damar hastalıkları için, bütün hastalıklar risktir sonucuna ulaşırsınız. Şeker hastalığı, böbrek hastalıkları, karaciğer hastalıkları, akciğer hastalıkları vs vs.... Bu kaçınılmazdır ve bunu tartışmak anlamsızdır. Böyle bir durumda organların bütünlüğü ve sistematik çalışma bütünlüğü bozulmuştur. Canlı üzerinde de bu durum mutlaka farklı şekillerde etkileri gösterecektir!

Yani kalp damar hastalıkları için, bütün hastalıklarınız risktir! Uzmanların mültifaktöriyel riskler kavramıyla anlatmak istediği komedi şudur:

Yaşamak kalp damar hastalıkları için risktir! Ve doğrudur!....

Multifaktöriyel riskimiz gerçekten yaşamaktır...


2. Genetik nedenler konusu, nesnel bulguların saptırılmasında kullanılmaktadır. Her şeyin genlerde başladığı elbette doğrudur. Fakat unutmayın, genler mevcut organizma etkilerini en az bir hücre, bir doku ve bir organ aracılığı ile göstermek zorundadırlar. Örneğin genetik, hiç bir şey yapılamaz denilen hastalıklarda, çoğu organ nakli genetik hastalığı ortadan kaldırır. Yani genetik kolesterol yüksekliğine hiç bir şey yapılamaz diye bir kural yoktur. Organ bulmak zor olsa da, karaciğer organını değiştirdiğiniz anda kolesterol ile ilişkilendirilen bütün sorunlar ortadan kalkacaktır!

3. Kanda kolesterol değil, partikül birikimleri ve partikül fiziksel farklılaşmaları damar sertliğini oluşumlarında (ateroskleroz) birinci derecede etkilidir. Kolesterol yüksekliği karaciğerde üretim değil, tüketim sorunudur. Kanda birim alanda partikül sayısı artınca, kolesterol yükselecek, partikül sayısı azalınca kolesterol düşecektir. Çünkü kolesterol molekülü partiküllere bağımlı bir moleküldür ve kolesterolün partiküller üzerinde bulunması rastlantısal bir zorunluluktan ibarettir...

Görmek ve bakmak birbirinden çok farklı kavramlardır, umarım bir gün uzmanlarımız sadece bakmayı değil, baktıkları şeyi görmeyi de başarabilirler....


Mevlüt Durmuş
Biyolog
16 Nisan 2009


Not: Kitap hazırlığı nedeniyle uzun bir süre yazamadığım için okuyucularımızdan özür dilerim.