29 Temmuz 2008 Salı

Evrensel kolesterol yalanı: Böl, parçala, yönet!...



Evrensel kolesterol yalanı: Böl, parçala, yönet!…

Evrensel bir yalanı sürekli hale
getirebilmek için, yalanı da sürekli
hale getirip insanların
kafasını karıştırmak
zorundasınız!..








Dün de öyleydi, bugün de aynı; kural hiçbir zaman değişmiyor…

Bir şeyi anlaşılmaz kılmak, ortalığı karıştırmak için bir bütünü alın ve sürekli parçalara ayırın göreceksiniz hiç kimse bir şey anlamayacak ve ortalık tamamen size kalacak…

Kolesterol, trigliserit, fosfolipit ve yağ asitleri konusu da öyle...

Bir kanda bir bütün olan lipoproteinlerin, lipit parçaları üzerinde oynanan acımasız oyun…

Fındığın kan kolesterol ve trigliserit değerlerini, içindeki yağ asitleri (ve steroidler) nedeniyle ciddi bir şekilde düşürdüğü[1] ve kalp hastalıkları riskini azalttığı birçok kez gösterildi. Bu gün hepimiz biliyoruz ki: Balık yağı da[2], omega–3 yağ asidi de deneysel çalışmalarda[3] kendini aklamayı çoktan başardı, üstelik kolesterol ve trigliserit değerlerini de düşürdüğünü de ilave etmeliyiz. Zeytinyağı (oleik asit) üzerinde yapılan çalışmalar da pek farklı sayılmaz: Akdeniz diyeti modası başladı. Haklı olarak birçok bitki tohumunun, değişik söylemlerle kolesterol ve trigliserid düzeyine ve kalp damarlarına iyi geldiği[4] çok sık olarak dillendirilmeye başladı. Yumurta hakkında bir zamanlar her yerde ‘kolesterol bombası’ dedikodusu yapanlar tümüyle olmasa da sanırım biraz utandılar. Kolesterol ve içerdiği yağ asitleri (vaksenik asit) nedeniyle yıllardır suçlanan tereyağı bunca yapılan binlerce araştırmanın çöpe gitmesini sağladı; çünkü tereyağı da kendi bağımsızlığını ilan etmiş durumda, hayvansal yağlar da kalp sağlığını koruyor ve kolesterole iyi geliyor[5]

Bazılarına göre, ilginç ve şaşırtıcı gelişmeler değil mi?

Bu güne kadar yağ içerdiği için insanlara yasaklanan birçok besin maddesinin, aslında kolesterol ve kalp damar sağlığı açısından risk taşımadığı, tam tersine kalp sağlığını koruduğunu gösteren araştırmalar[6] son günlerde inanılmaz çoğaldı.

Evet, omega–3, ceviz, keten tohumu, fıstık ve fındık hakkında söylenenlerin hepsi doğru.

Fakat parçalanmış bilgi ve son derece eksik!

Eksikliğin ne olduğunu da uzmanların sizlere söyleyebileceğini hiç sanmıyorum!..

Önce konuya yabancı olan okuyuculara, yağ asitleri hakkında küçük ve ama son derece önemli bir hatırlatma: Omega–3, omega–6 gibi bütün uzun zincirli yağ asitleri kanda taşınmak, dolaşabilmek ve değişik hücrelere ulaşabilmek için gliserol ve kolesterol gibi bazı moleküllerle birleşmeleri gerekir (şekil 1). Yağ asitleri farklı moleküllerle birleşmeden (esterleşme) sonra kana geçmek için, bazı biyokimyasal maddelerle parçacık (lipoprotein) oluştururlar:

İşte uzmanlarımız sizlere bir türlü söylemediği şey budur…

Bu ne mi demek?

Bu şu demek; hücre içinde kolesterol molekülü ve trigliserit oluşumu yoksa omega–3 yağ asidi almış olmanız, fındık yemeniz hiçbir işinize yaramaz!...

Doymuş ya da doymamış yağ asitlerinin faydalı olabilmesi için vücudumuzda farklı yollar ve sistemler vardır. Örneğin besinlerden almış olduğunuz omega–3 yağ asidi, kolesterol esteri ya da trigliserit oluşturmadan beyninize ulaşıp beyin sağlığınızı, kalbinize ulaşıp kalp sağlığınızı koruyamaz! Bu biyokimyasal bir kanundur ve hiçbir uzman ya da profesörün arzusuna göre değiştirilemez, değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez (Bkz: Şekil 1)…






şekil 1: Hücre içi sentez ya da besin yoluyla organizmaya alınan omega–3 ve benzeri yağ asitleri, kolesterol esterleri ya da trigliserit formuna dönüştürülür. ( besin yoluyla trigliserit formunda da alınabilir). Fakat hücre tarafından kana kolesterol esteri ya da trigliserit olarak doğrudan salınamazlar, kana geçebilmek için lipoprotein oluşturmaları gerekir. (fosfolipitlerde de yağ asitleri vardır ve fosfolipitlerde lipoproteinlerle taşınırlar) (http://tr.wikipedia.org/wiki/Lipoproteinler)





Şimdi tekrarlayabiliriz:
Kolesterol esterleşmeleri ya da trigliserit oluşturulamıyorsa omega–3 hiçbir işe yaramaz!...

Besinlerle aldığımız ya da hücre içinde yapılan yağ asidi sentezinde (yapım), yağ asitleri kan dolaşımına çıkmadan önce kolesterol esterleri ya da trigliserit mutlaka oluşmak zorundadır.[7] Dışarıdan besin yoluyla alınan yağ asitleri kolesterol ya da trigliseritlerden (ve fosfolipitlerden) bağımsız düşünülemez.

Fakat dikkat edin, söz konusu omega–3 yağ asidi hakkında bol bol nutuk atan uzmanların hiç biri kolesterol ya da trigliseritle ilişki kurmuyor. Size doğrudan hücre içindeki yağ asitlerinin faydalarını anlatıyor. Siz de ister istemez yağ asitlerini tek başına düşünmek zorunda kalıyorsunuz, gerçek öyle değil, uzun zincirli yağ asitleri mutlaka en az bir molekülle birlikte kanda bulunurlar ve hücre içinde bağlı bulundukları molekülden ayrılabilirler.

Sağlıklı bir insanda besin yoluyla alınan (veya üretilen bütün) omega–3 gibi yağ asitleri kolesterol esterleri, trigliserit ve fosfolipit şeklinde kanda (lipoproteinlerle) dolaşmak zorundadır. Ve omega–3 gibi faydalı yağ asitlerinin % 60 tan fazlasını kolesterol esterleri (kolesterol+yağ asiti) şeklinde, sizin zararlı bildiğiniz kolesterol molekülleri taşır. Kolesterolün gözlerden kaçan uzmanların görmek istemediği farklı bir görevi daha vardır:

Lütfen unutmayın: Kolesterolün bir görevi de omega–3 gibi uzun zincirli yağ asitlerini, metabolik olaylarda kullanmak için taşımakta kolesterolün görevleri arasındadır, hatta bu işi trigliseritlerden (gliserol+3 yağ asidi) çok daha iyi yaparlar!...

Kolesterol molekülünün omega–3 gibi faydalı yağ asitlerini taşıdığını da sizlere hiç söylemediler!... Kolesterole zararlı demişlerdi ya, o nedenle bu söylenemez!

Fakat omega–3 gibi çeşitli yağ asitlerinin kolesterol ve trigliserit düzeyini azalttığı değiştirilemez realite, kalp hastalıkları başta olmak üzere, insan sağlığına nasıl faydalı olduğu artık tartışılmaz[8] bir gerçek…

Fındık ve ceviz gibi bazı besinlerde bulunan faydalı yağ asitlerinin, kolesterol ya da trigliseritlerle taşınıyor olmasına rağmen, kan kolesterol veya trigliserit düzeyini tek parametre nasıl düşürdüğünü açıklamak ilaç şirketlerinin çok sevdiği kolesterol teorisine göre oldukça zor, hatta imkânsız!

Aslında Karadenizliler fındığın faydaları konusunu, çoğu uzmandan çok önce biliyordu. Fındık konusu ilk çıktığında bir avuç fındık yenmesine itiraz edenler oldu. Fakat itirazlar fındık satışlarının patlamasını engellemedi. Hatta hiç unutmam, başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın sağlıklı kalabilmesi için ‘günde kaç fındık’ yemesi gerektiği konusu, ünlü beyin cerrahımız Prof. Dr. Gazi Yaşargil ve Prof. Dr. Mehmet Öz arasında medya aracılığı ile sanal olarak tartıştırıldı. Medyanın sanal tartışma konusu son derece dikkat çekici ve önemliydi: Başbakan sağlığını koruyabilmek için günde kaç fındık yemeliydi[9]…Birisi üç, birisi bir avuç filan dedi galiba…

Peki, kanda dolaşırken, mademki omega–3 gibi faydalı yağ asitleri kolesterol esterleri ya da trigliseride dönüşüyorlar, kanda kolesterol ya da trigliseritlerimiz neden yükselmiyor, tam tersine azalıyor?

Besinle alınan bir yağ grubu, kandaki yağları nasıl azaltabiliyor?

Kolesterol teorisinin yetersiz, çaresiz kaldığı işte nokta burasıydı…

Artık kolesterol teorisinde mızrak çuvala sığmıyor, ‘kolesterol çok zararlı’ diye bağıran uzmanları zor durumda bırakıyordu.

**********************************************

‘… Doymamış bazı yağ asitleri faydalıdır, hücre içinde şunu yapar, bunu yapar vs. vs’. Hücresel ihtiyaç ve yağ asitlerinin metabolik önemleri bakımından söylenilen şeyler elbette önemli, fakat verilen bilgiler eksikti! Yağ asitlerinin kanda nasıl taşındığı konusu zaman içinde unutuldu, unutturuldu…

Bütün dünyadaki kardiyoloji derneklerinde olduğu gibi bizim TKD’den de TIK çıkmadı…

Hiç düşündünüz mü; omega–3 ve omega–6 gibi yağ asitlerinin kolesterolün yanı sıra, özellikle trigliserid düzeyini düşürdüğü neden çoğu uzman tarafından hiç söylenmez, bu yağlar çok ama çok faydalıdır deyip konu acilen geçiştirilir?

Çoğu uzmanın neden konuyu geçiştirdiğini ben sizlere söyleyebilirim: ‘Madem omega–3 gibi faydalı uzun zincirli yağ asitleri kanda dolaşmak için mutlaka trigliserit ya da kolesterol esteri formuna geçiyor, nasıl oluyor da kan kolesterol ve trigliserit düzeyi insanlarda, artmak yerine azalıyor’ sorusundan fena halde korktukları için!

Ve korkmakta da gerçekten haklılar. Çünkü bu soruya cevap vermek, kolesterol teorisini temelden ve koşulsuz reddetmeyi gerektirir, uzmanlarımıza zor gelen aslında budur: Kolesterol teorisini reddetmek…

Mevcut kolesterol teorisine göre düşündüğünüzde, kolesterol ve yağ asitlerini ilişkisine hiç kimsenin verilecek mantıklı ve bilimsel bir cevabı yoktur!

İşte değerli bilim adamlarımızın hepsi olmasa da çoğu, bu durumu açıklayamayacaklarını bildikleri için bu konuya girmediler, giremediler.

Yağ asitlerinin organizmada nasıl taşındığına cevap vermek istemezler, o zaman kolesterol teorisi çöker! İnsanlara bol bol ilaç yazamazlar ve ilaç şirketleri üzülürler…

Doktorunuza mutlaka sorun, uzun zincirli yağ asitleri kolesterol esterlerine ya da trigliserit formuna dönüşmeden kanda bulunabilir mi? Böyle bir bilimsel ihtimal var mı? Yağ asitleri kanda nasıl dolaşıyormuş!

-------------------------------------------------------------------------------------

Araştırmacıların bazıları farkında, bazıları ise hiç farkında değildi!

Kolesterol teorisi, paramparçaydı ve dökülüyordu!

Hatırlayın, omega–3 gibi yağ asidi içeren besinlerin tek parametre kolesterolü ve özellikle trigliserit düzeyini düşürmede[10] etkili olduğu da defalarca gösterildi. Balıklarda bulunan[11] çeşitli yağ asitlerinin koroner arter hastalıklarını azalttığı da inkâr edilmiyor. Günde[12] 4 gr omega3’ün trigliserit düzeyini % 35–40 aşağılara çektiği[13] uzun zamandır elbette biliniyor!

Başkaca yağ asitleri alındığında kan yağlarının, özellikle trigliserit düzeyinin azaldığı gösteren bir örnek hastalık filan var mıydı acaba?

Elbette vardı!

Ama görmek istemeyen kardiyoloji bilimi görmüyordu işte!...

******************************************************************

Mutlaka filmini izlemişsinizdir. ‘Lorenzo’nun yağı’yla ilgili hastalığı (ALD: Adrenoleukodystrophy) tartışma götürmeyecek kadar çok açık bir şekilde, kandaki yüksek trigliserid düzeyi ve yağ asitleri ilişkisinin ters orantısını göstermişti. Bu durum o zaman (bizce) matematiksel olarak formüle edilmemiş olsa da yağ asitleri alımında, özellikle kanda trigliserit düzeyinin azalacağını ortaya çıkarmıştı[14].

Fakat lipitler, trigliserit, kolesterol üzerine çalışan araştırmacılar, kardiyologlar, uzmanlar ve doktorlar bu küçük ama önemli noktayı bilerek-ya da bilmeden gözden kaçırdı. Çoğu doktor ve uzman ALD hastalığında ortaya çıkan durumu bilmesine rağmen, yıllarca ‘kan kolesterol ve trigliserid düzeyini azaltmak’ adına yağ asitlerinin organizma için önemini ve faydalarını çoğunlukla gözden kaçırdılar, her türlü yağı ve yağ içeren besinleri uzun süre insanlara yasakladılar!...

Yasakçı doktorlara günümüzde de rastlamak mümkün.

Fakat sakın doktorlara kızmayın, düz mantık kuralları hakikaten böyle durumlarda yasaklamayı gerektirir. Yani şekeri yüksek insana, şeker yasaklanabilir: Çünkü şeker kanda da (glukoz) şeker olarak zaten vardır. Ve hasta bir insana şeker alımını yasaklayınca az veya çok mutlaka sonuç alabilirsiniz...

Bu şekilde düşünen bazı uzman ve doktorların yağları ve yağ içeren diyetleri yasaklaması son derece oldukça normal gibi görünüyor değil mi?

Ama normal olmayan bir durum var, ceviz fındık gibi yağ asitleri ve çeşitli steroid içeren bileşimler[15] , düşünülenin tam tersine kandaki yağları tek parametrede azaltabiliyor, yüksek olan değerler düşebiliyor!

Tek parametrede, sadece kolesterol ya da trigliserit olarak düşünüldüğünde, (partikül yani lipit taşıyan parçacıkların büyümesine dikkat etmediğinizde) böyle bir şey teorik olarak mümkün değil.

Fark ettiniz mi bilmiyorum: Kolesterol Teorisi ve yaşanan gerçekler arasında, olgusal durumda bir çatışma var!

Hangisi yanlış?

Cevap basit: var olan olgusal durumla, teorilerin çeliştiği durumlarda olgusal durum değiştirilemez, kolesterol teorisini değiştirmek zorundasınız! Yani fındıkla kolesterol ve trigliserit düzeyim artmıyor, tam tersine azalıyorsa sizin kolesterol teorinizde baştan aşağıya bir terslik var değil mi?

------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi kardiyologlar ve doktorlar trigliserit ve kolesterolü yüksek hastalara, pek sık olmasa da, yağ asidi veriyorlar (omega3), damar sertliğinde ceviz, fındık gibi besinlerden faydalanabiliyorlar.

Genel anlamda[16]; söz konusu yönteminin, Lorenzo’ya (ALD hastalığı) uygulanan tedavi yönteminden farkı ne? Kan trigliserit düzeyi yüksek olduğu halde Lorenzo’da çeşitli yağ asitleri verilerek kandaki trigliserit düzeyi yıllar önce düşürülmüştü.

Şayet kanda tek başına kolesterol ya da trigliserit diye reel fiziki anlamda molekül varsa, yağlı beslenme elbette yasaklanabilir, fakat kanda kolesterol ya da trigliserit molekülleri doğrudan kanda yoksa söz konusu mantık geçersizdir. Yani şeker hastalarına (diabet) yasaklanan, şeker alımını azaltma teorik açıdan doğru mantıktır. Çünkü şeker, kanda şeker molekülü (glukoz) olarak vardır. Fakat kolesterol ya da trigliseritleri yükselmiş insanların kanında, doğrudan kolesterol ya da trigliserit adı verilen molekül veya birim var mıdır?

İşte zurnanın zırt, şeytanın gör dediği kör nokta burası…

Çünkü bize göre kusura bakmasınlar; bazı araştırmacılar gerçekten kör!

Kanda doğrudan ve bağımsız kolesterol ya da trigliserit diye bir molekül yok, söz konusu molekülleri taşıyan parçacıklar lipoprotein partikülleri var...

Konunun uzmanları işte bu noktayı bence bilerek ya da farkında olmadan atlıyorlar, hem kendilerini hem insanları yanıltıyorlar… Ve üstelik bizi ve düşüncelerimizi eleştirirlerken de ‘mantıkla bir yere’ varılmaz şeklinde de komik açıklamalarda bulunabiliyorlar maalesef.





ŞEKİL 2: Kanda doğrudan kolesterol ya da trigliserit diye bir molekül reel anlamda yoktur, lipoprotein adı verilen moleküller vardır ve LİPOPROTEİNLERDE çeşitli alt gruplara ayrılırlar. Her partikül tipinin taşıdığı bileşenler farklıdır ve Lipoprotein türlerinin taşıdığı bileşenler farklı renklerle skalada gösterilmiştir http://tr.wikipedia.org/wiki/Lipoproteinler






Sonuç olarak; yağlı besinlerin, kan yağlarını yükselteceği varsayımı, varsayım olarak tek başına son derece doğru olmakla birlikte, kanda tek başına kolesterol ya da trigliserit adında molekülleriniz olmadığı için geçersizdir (bkz şekil 2).

Bu durum bizlere güncel kolesterol teorisinin geçersizliğini ve mutlaka değiştirilmek zorunda olduğunu gösterir.

Biliyorum şimdi bazıları kızacak, onlar doymamış yağlar filan gibi bir bazı bilimsel ayak oyunlarına girecekler. Olay doymuş, doymamış yağlar kavramlarından çok farklı. Doymuş ya da doymamış yağ asitlerinin kanda nasıl taşındığını bir kez daha düşünün isterseniz beyler?

Kaldı ki, doymuş yağ asitleri de bilim dünyasında uzun zaman önce yavaş yavaş sorgulanmaya[17] başlamıştır. Doymuş yağlar üzerinde[18] yapılan araştırmalarda yakında[19] çok daha da netlik kazanmaya başlayacaktır. Baksanıza Kanadalı bilim adamlarının tereyağı ile ilgili yapmış olduğu çalışmaya, yıllardır tereyağını suçlayıp yasaklayan, tereyağı kolesterolü yükseltiyor tüm gücüyle bağıranlar[20] öylece kalakaldılar, hiçbir açıklama yapmadılar…

Sonuç olarak kendinizi zorlamadan, istediğiniz kadar fındık, fıstık, ceviz gibi besinler alabilirsiniz? Tabii ki abartmayın! Abartırsanız su bile zararlı olabilir. Söz konusu besinlerin içindeki yağ asitleri ve bitkisel steroidler (kolesterolde steroidtir) kalp damar sağlığınız için son derece faydalıdır.

Merak etmeyin, kolesterolünüz ve trigliserit düzeyiniz yükselmez!...

Çünkü kanda doğrudan trigliserit ya da kolesterol diye bir molekül yok.

Bu sadece ilaç şirketlerinin şişirdiği kocaman balondur, içi boş bir balonla bizi kandırıyorlar!

Fakat bizim fındık bu balonu patlatır…

Yağlar konusunda halk deyimi ile çivi çiviyi söker…

Sorun sadece, hangi çiviyi nasıl kullanacağınızı bulmakta.





MEVLÜT DURMUŞ
BİYOLOG


29 TEMMUZ 2008

KAYNAK VE DİPNOTLAR
(1) Manohar L. Garg et al (2003). Macadamia Nut Consumption Lowers Plasma Total and LDL Cholesterol Levels in Hypercholesterolemic Men. J. Nutr. 133:1060-1063, April 2003

[2] Isabelle Romieu et al (2005). Omega-3 Fatty Acid Prevents Heart Rate Variability Reductions Associated with Particulate Matter. American Journal of Respiratory and Critical Care Medicine Vol 172. pp. 1534-1540, (2005)
[3] Hiroyasu Iso et all (2006): Intake of Fish and n3 Fatty Acids and Risk of Coronary Heart Disease Among Japanese. The Japan Public Health Center-Based (JPHC) Study Cohort I . Circulation. 2006;113:195-202.
[4] Fındık, keten, ceviz, ısırgan, susam, soya vb bitkilerden elde edilen özellikle tohumlar..
[5] http://www.ntvmsnbc.com/news/445981.asp,
http://beslenmebulteni.com/besin/index.php?option=com_content&task=view&id=145&Itemid=73

[6] Amy E. Griel et al (2008). A Macadamia Nut-Rich Diet Reduces Total and LDL-Cholesterol in Mildly Hypercholesterolemic Men and Women. Griel et al. J. Nutr..2008; 138: 761-767
[7] Söz konusu yağ asitleri (trigliserit) , kolesterol esterleri ve fosfolipitler de daha sonra apolipoproteinlerle birleşerek kanda taşınan lipoprotein formunu oluştururlar. Bitkisel steroidler detaylı olarak farklı bir yazıda ele alınacaktır. Şu an öncelik yağ asitlerinde…
[8] David J. A. Jenkins et al (2008). Almonds Reduce Biomarkers of Lipid Peroxidation in Older Hyperlipidemic Subjects. J. Nutr..2008; 138: 908-913
[9] http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2005/07/15/yazarlar/yazarlar261.html

[10] Harris, W. S. (1996). n-3 fatty acids and lipoproteins: comparison of results from human and animal studies. Lipids. 31: 243–252.
[11] Kromhout D, Bosschieter EB, Coulander C: The inverse relation between fish consumption and 20-year mortality from coronary heart disease. N Engl J Med 312: 1205–1209, 1985.[Abstract]
[12] Jehangir N Din et all (2004). Omega 3 fatty acids and cardiovascular disease—fishing for a natural treatment. BMJ 2004;328:30-35 (3 January),
[13] Daviglus ML, Stamler J, Orencia AJ, Dyer AR, Liu K, Greenland P, Walsh MK, Morris D, Shekelle RB (1997). Fish consumption and the 30-year risk of fatal myocardial infarction. N Engl J Med 336: 1046–1053
[14] http://kolesterolmasallar.blogspot.com/ Yüksek kolesterol ve genetik üzerindeki şüpheler. Bölüm 1,2,3.
[15] Kolesterolünde bir steroid olduğunu unutmayın!.
[16] Özel anlamda hastalık durumuna göre ihtiyaç duyulan yağ asitleri inanılmaz derece de çeşitlenebilir. Yani farklı yağ asidi eksikliklerinde de kolesterol ya da trigliserit düzeyi yükselebilir.
[17] Robert H Knopp and Barbara M Retzlaff (2004). Saturated fat prevents coronary artery disease? An American paradox. American Journal of Clinical Nutrition, Vol. 80, No. 5, 1102-1103, November 2004.
[18] Dariush Mozaffarian et all (2004). Dietary fats, carbohydrate, and progression of coronary atherosclerosis in postmenopausal women. American Journal of Clinical Nutrition, Vol. 80, No. 5, 1175-1184, November 2004
[19] K. G. Nevin and T. Rajamohan (2004). Beneficial effects of virgin coconut oil on lipid parameters and in vitro LDL oxidation. Clinical Biochemistry Volume 37, Issue 9 , September 2004, Pages 830-835 (Abst)
[20] Konuyla ilgili olarak bizim yorumumuzu okuyabilirsiniz. http://www.iyilikguzellik.com/artikel.php?artikel_id=15

19 Temmuz 2008 Cumartesi

YAŞLI KADIN, KOLESTEROL VE YUMURTA ÜZERİNE FELSEFİ DÜŞÜNCELER



YAŞLI KADIN, KOLESTEROL VE YUMURTA ÜZERİNE FELSEFİ DÜŞÜNCELER

Felsefesi eksik bir bilim
anlayışı her zaman
karanlıkta kalmaya
mahkumdur.




‘…Kolesterol ve trigliserit düzeyi oldukça yüksek çıkan yaşlı bir teyze test sonuçlarını eline aldığında sinirlerine yenik düşmüş ve kendi kendine hastane koridorunda söylenmeye başlamıştı:



Bu yaşta bir de bununla mı uğraşacağım, zaten bizim adamda (aslında herif diyordu) hasta, bütün bunların arasında bir de bu çıktı. Nasıl uğraşacağım hepsiyle; yumurta yeme, yağlı yeme, kuruyemiş yeme ben ne yapayım şimdi, zaten dişlerim dökülmüş, romatizmam var, böbreklerim de iyi çalışmıyor…



Yaşlı kadının yanına yaklaşıp:
Boş ver teyze sen kan yağlarının yüksekliğine aldırma, az da olsa yumurtanın[1], yağlı yemeklerin fındık, fıstık, ceviz gibi besinlerin kan yağlarını ve kolesterolü yükseltemediğini, tam tersine yüksek kolesterolü[2] olanlarda kalp hastalıkları riskini azaldığını gösteren çeşitli araştırmalar da var. Hatta kolesterolün masum olduğunu düşünen araştırmacıların sayıları gün geçtikçe artıyor, sen canını sıkma ve keyfini kaçırma’ dememek için kendimi zor tutuyordum.


Zamanın verdiği yorgunlukla titreyen dizlerini sakinleştirmeye çalışan yaşlı kadın, elindeki bastona dayanarak koridor boyunca yavaş yavaş ilerledi ve gözden kayboldu.

Bilim tarihi de tıpkı insanlar gibi, kendi içinde dönemsel yanılgılarından, zaman içinde tecrübeler kazanarak adım adım ilerlemişti; şu an bakıldığında bilimle, tıpla ilgili tarihsel yanılgılar oldukça üzücü ve can sıkıcı görünüyordu.



Tarihsel yanılgılar elbette kaçınılmaz olarak yaşanmak zorundaydı fakat tarihsel yanılgılar yaşanırken mutlaka birileri de kaçınılmaz olarak her zaman zarar görüyordu.


Bilim ve insanlık tarihinde her zaman yaşanmış çatışmalar ve çekişmeler; bir bakıma varolmanın vazgeçilmez unsurlarından biri olarak her zaman karşımıza çıkmaktadır, insanlık varolduğu sürece de çıkmaya devam edecektir.


Şu andaki bilgilerimize göre önemsiz, değersiz görünen bir çok konu, bilgi ve araştırmaların, bilim adamlarının bir ömür boyu hayatını yönlendirmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bilim insanları konuları farklı modellerle ve paradigmalarla (düşünce düzlemi-zihin haritası) ele almak ve hatta varolan güncel düşünce sistemleriyle çoğu zaman çatışmak zorundadır. Çatışmaların varolmadığı bilimsel bir zeminde, bilim adına gelişmelerin beklenmesi belki de bu nedenle çoğu zaman anlamsız bir beklenti olarak kalır.


Aslında bilim felsefesi açısından şu an varolan ve insanlara ‘doğru bilgi’ olarak sunulan kolesterol teorisine çok dikkatli bakıldığında, bir çok olgusal gerçekle çatıştığı çeşitli bilimsel araştırmalarla da ortaya koyuluyor. Günümüzde kabul edilen kolesterol teorisinin tam zıttını oluşturan çeşitli düşünceler, bilimsel çalışma ve araştırmalar kendini çok uzun bir vadede doğru bir noktaya yerleştirecek gibi görünse bile, bu oldukça zor olacağa ve bilim insanlarını gerçekten uğraştıracağa benziyor.

Peki bu sırada yaşlı kadın ne olacak?...


İnsan yaşamında yer alan her konuda olduğu gibi bazen bilimde de zorunlu olarak çatışma ve çekişmelere girilmeden gerçeklere ulaşılamaz. Düşünce ve fikir çatışmaları bu açıdan değerlendirildiğinde, tartışmaların dozu bazen kaçsa, çok sıkıcı görünse de aslında gerçektende çatışmaların gerekli ve kaçınılmaz olduğu ortaya çıkar. Çünkü düşünsel olarak güzel olan tartışmalardan ve farklı düşünceleri kapsayan değişik paradigmalardan (farklı düşünme zemini) çok değerli bilimsel sonuçlar çıkartılabilir.


Bazen ortaya çıkan yeni ve farklı olan paradigma üzerinde veya düşünce farklılıklarında ortaya çıkan çatışma ve çekişmelerin akıl ve mantık rayından çıktığı da olur. Bu duruma bilim tarihinde oldukça sık rastlanır. Söz konusu farklı düşünce düzlemini (paradigma) ortaya koyan araştırmacıya karşı takınılan tavır ve davranışlar bazen eşit olmayan bir noktaya taşınır ki, işlerin karıştığı nokta işte o noktadır. Ulaşılan noktada akıl ve mantık yoluyla olması gereken bilimsel çatışmalar anlaşılmaz bir şekilde yön değiştirir ve bilim adına yapılan araştırmalar, söz konusu düşünce sahiplerine gün geçtikçe acı vermeye başlar. Ve gizliden gizliye uğraştığınız bilimsel problemin yanı sıra, farklı düşüncelerinize gösterilen mantık dışı yaklaşımlar ister istemez canınızı sıkar. Yeni bir şey söylüyorsanız, eskilerin çoğu kaprislerini çekmek zorundasınızdır, ayrıca sizi ve düşüncelerinizi küçümseyen bakışlara karşı düşündüğünüzden çok daha dirençli olmanız gerekir. Sadece bu da yeterli değildir: Bireysel kendini beğenmişlik, sosyal statü, ekonomik kazanç, kıskançlık, kırgınlık ve korku gibi bir çok psikolojik ve sosyolojik faktör, söz konusu yeni ortaya çıkan düşüncelerin tartışılması sırasında devreye girer. Söz konusu düşünce, tartışma ve çekişmeler ‘insanlara faydalı olma’ eksenine oturmadan önce sayısız engellerle ve zorluklarla karşılaşılabilir.

Ortaya çıkan her bilimsel paradigma öncelikle varolan genel durumu eleştirmekle işe başlar. Kendi bilimsel doğrularını ortaya koyarken, varolan bilgilerle sürekli olarak çatışmak ve çelişmek zorundadır. Bilgi elbette zor elde edilir bu yüzden gelenekselleşmiş, kabullenilmiş bilgi ve davranışlara ait paradigmalar ‘çabucak’ gözden çıkarılamazlar ve eski paradigmayı savunan bireyler tarafından ‘yeni paradigma veya teori’ye karşı ilk önce ilgisiz davranılır, çoğunlukla umursanmaz hatta bazen de yeni görüşe karşı aşağılayıcı ve küçümseyici bir tavır takınılır.

Tıp bilimi tarihinde öylesine ilginç olaylara rastlanır ki; şu andaki varolan düşüncelerinizle hiçbir şekilde kavranamaz, bağdaşamaz ve bizleri şaşkınlığa uğratır. Örneğin bazı akıl ve beyin hastalıklarını düzeltebilmenin en iyi yolunun hastanın kafatasında bir delik açmak olduğu (trepanasyon) düşüncesine, geçmiş zamanın çok ünlü hekimleri 16. yüzyıla kadar anlaşılmaz bir şekilde inanmış ve yüzyıllar boyunca bu yöntemi hasta üzerinde ‘tedavi’ adıyla uygulamışlardır. Bu uygulamanın kesin tarihi bilinmemekle birlikte, bazı mısır mumyalarında bile kafatası delinmiş iskeletler ve konuyla ilgili cerrahi aletlerin bulunduğu söylenmektedir. Şu an ki bilgilerimizle, biz bunun böyle olmayacağını elbette biliyoruz. Anlayamadığımız şey böyle bir düşünceye, eski dönemlerde insanların nasıl ulaştığı ve kendilerine göre nasıl bir bilimsel mantık kurduğu değil, tam tersine bu düşünce zeminin (paradigmanın) nasıl hiç değiştirilmeden yüzyıllar boyu hekimler tarafından nasıl devam ettirildiği, yüzyıllar boyu tedavi alanında gündemde nasıl kalabildiği sorunudur.

Geçmiş yüzyıllarda sağlık alanında kafatasını delme (trepanasyon), damardan kan akıtma (flebotomi)[3] ve benzeri şekilde uygulanan çeşitli tedavilerin, muhtemel olumlu sonuçlarındaki rastlantısal gelişmelerde her ne kadar küçük bir şans faktörü olarak etkili olsa da, olumsuz gelişmelerde yani tedavide zarar gören, ölen bireyler çoğunlukla o zamanlar hiçbir şekilde dikkate alınmıyordu.

Hekimler için Hipokrat, böyle bir kompozisyonda hasta yararına olabilecek farklı bilgiler ve önerilerde de bulunuyordu. ‘Hipokrat yemini’ ısrarla bir olgunun üzerinde şekilleniyor ve Hipokrat meslektaşlarını uyarıyor, ‘Primum nihil nocere’ diyordu: Önce zarar verme! Hem hekim hem de hastaya ait karmaşık duygu ve düşünceler arasında temel bir dengeyi sağlamayı hedefliyordu bu söz...

Organizmayı çok iyi tanımak ve anlayabilmek gerekiyordu. Bilmediğin veya o an için akıl yoluyla kavrayamadığın bir olguyla karşı karşıya kalırsan, hiçbir şekilde hastaya müdahale etme. Çünkü sadece akıl yoluyla kavrayabildiğin yaşamsal olgular içerisinde insanlara ve insanların sağlığını yeniden kazanmasına yardımcı olabilir, onları gerçekten tedavi edebilirsin. Henüz yeterince kavrayamadığın organizmaya ve canlıya ait çeşitli birbirine zıt olgularla karşılaştığında, yapacağın her hangi sıradan bir müdahale, hastanın kendisine yarardan çok daha fazla zarar verebilir. İşte bu yüzden, hastayı tedavi etmeden önce düşünülmesi gereken tek bir olgu var; uygulamak istediğin tedavide hastanın öncelikle varolan nesnel durumunun daha fazla bozulup bozulmayacağını düşünmek gerekiyor. İşte bu yüzden primum nihil nocere…


Bilim dünyasında ortaya çıkan herhangi bir yeni olgu, teori, hipotez, paradigma veya davranışa temkinli yaklaşılır, bu nedenle bazı yeni düşünceler genellikle doktorlar tarafından biraz zor kabul edilir.


Bu konuda sayısız örneğini tıp tarihi kitaplarından sizler kendiniz de bulabilirsiniz. Ameliyathanelerde ve hastalarında ‘steril çalışmayı’ ön plana çıkartan, cerrahi müdahale ve ameliyat sonrası hasta ölümlerinin bakteri kökenli olduğunu iddia eden, doktorların hasta ameliyatlarından önce mutlaka sterilizasyona, temizliğe önem vermeleri gerektiğini düşünen, doktorların müdahale öncesi ellerini ve kullandığı cerrahi aletleri bakterilerden arındırması gerektiğini iddia eden, aslında kendisi de bir cerrah doktor olan Joseph Lister (1827-1912) yaşadığı ve doktorluk yaptığı zamanlarda çeyrek yüzyıl kadar, alaycı ve acımasız bir şekilde eleştirilmişti. Üzücü olan ise çoğu acımasız eleştirilerin aynı görevi yapan doktor arkadaşlarının oluşturduğu gruplar tarafından yapılması ve bilimi, özellikle tıp bilimini korumak adına eleştirileren hekimlerce ortaya koyulmasıydı. İleri sürdüğü zamana göre radikal sayılabilecek bu ve benzeri bazı düşüncelerden sözde bilimi korumak isteyen doktor ve araştırmacıların amacı, gerçekten de bilimi korumak mıydı, yoksa mevcut durumu devam ettirme ve değişimi direnme nedenlerinin psikolojik kökenleri var mıydı dersiniz?


Bilimin korunması sizce hangi ilkelere göre olmalı?..

Her zaman yeni paradigmalar, hipotezler ve teoriler ortaya çıkar ve zaman içinde bilgi yavaş yavaş süzülür, insanlara oldukça zor aşamalardan geçerek ulaşır. Fakat unutulmaması gereken nokta, bilim alanının dinlerden (teoloji) çok daha önemli bir farkı olduğunu görebilmektir. Temel fark bilimin kendini sürekli yenilemesinden ve dinamik olmasından kaynaklanır ve bilim kendi hatalarını giderebilme mekanizmasına sahiptir. Bilim her tür düşünceyi, zaman içinde etkileme gücüne sahiptir. Farklı bir deyimle bilimin kendi dinamikleri karşısında hiçbir bilimsel bulgu, kanun, teori ve hipotez değişmez, değiştirilemez değildir. Bu düşüncelerin tersini iddia eden, hiçbir bilim adamı veya bilim felsefecisi bulamayacağınızdan emin olun! Bilim kapsadığı, etkisini hissettirdiği hiçbir alanda statik (durağan) değil, dinamiktir. Yeni ortaya çıkabilecek bilimsel bir bulgu bildiğiniz bütün kanunları, teori ve hipotezleri değiştirebilir, bilim ve bilimin gizli güzelliği, vahşi cazibesi de aslında burada ortaya çıkar.


Bilim gelişebilmek için her zaman olmasa da çoğunlukla yeni paradigmalar, farklı düşünceler bekler ve bu tarihsel olarak çeşitli dönemlerde sürekli tekrarlanır. Yeni sayılabilecek, değişim ve değiştirme gücüne sahip potansiyel bilgilerin ortaya çıkamadığı bazı dönemler, bilimin inançlaştırıldığı, düşüncelerin kalıplaştığı ve sertleştiği dönemlerdir. Yeni düşünceler ortaya çıktığında bilimle uğraşan insanlar bu yüzden istemeden de olsa oldukça sık karşı karşıya gelir ve çatışırlar; eski ve yeni düşüncelerin kavgası vakit geçirmeden başlar.


Bazen çok uzun zaman alsa da, bu söz konusu, farklı bilimsel alanlarda ortaya çıkabilen kavgaları tek bir şey, sadece bir şey sona erdirebilir ve tartışmayı bitirebilir: Matematik… Matematiğin sınırlarını ortaya koymadığı, matematiğin varolmadığı bir alanda kimse ‘pozitif bilim’ olgusundan da söz edemez!.


Fakat, her şeye rağmen matematiğin inkarı güç etkisine karşı da bazı durumlarda pozitif bilimler dirençle ve engellerle karşılaşabilir, bu durum bir süre (!) devam edebilir. Einstein ünlü ‘izafiyet (görecelilik-rolavite)’ teoremini ilk yayınladığında, o günün yaşayan ünlü fizikçi ve çeşitli bilim adamları tarafından, Einstein’ın teorisine karşı 100’den fazla kitap yayınlandığını okuyucu olarak unutmayın! Bilimsel bir önerme, teori veya hipotezde karşılaşılan temel zorluk çoğu zaman matematiksel eksiklikler veya yanlışlıklar olmayabilir.


Önerilen her hangi bilimsel yöntemin-deneyin-hipotezin-teorinin doğru ve yanlışlığı hakkında düşünce üretmesi gereken kişiler, doğal olarak o günün varolan ve yaşayan araştırmacılarının bizzat kendileridir. Bu dönemlerde karşınıza çıkabilecek ilginç durumlara mutlaka hazırlıklı olmalısınız. Bazı (sözde bilimsel) gerekçeler ileri sürülerek, bilimsel araştırmalar yoluyla konu üzerinde gerçekten etkili olması gereken bireyler, konuyu ele almamak için direnebilirler. Halk deyimiyle konuyu ‘es’ geçmek için şaşırtıcı bir katı tutum, bilim anlayışına yakışmayan ilginç (statik) bir duruş sergilerler. Bilimsellik iddiası ve sıfatlarını taşıyan bazı bireylerin, sunulan bilimsel verilere değil, genellikle araştırmayı yapan bireylere takılması, olayların mutlaka bir şekilde kişiselleştirilmesi ve bir şekilde mutlaka karşılıklı çıkarlar ekseninde çatışmalara girilmesi böyle dönemlerde en büyük etkendir. Bu gibi durumlarda bilimsel düşünceleriniz, araştırmalarınız ve çalışmalarınız oldukça hazin ve üzücü sonuçlarla da karşılaşabilir.



Bugün genetik biliminin kurucu sayılan G. Mendel’in çalışmaları işte bu nedenle Mendel yaşarken bir türlü gündeme gelememiştir. İsimleri kitaplarda çok fazla belirtilmeyen bazı bireyler tarafından, (sözde bilimsel) gerekçeler ileri sürülerek G. Mendel’in çalışmaları bir anlamda çöpe atılmış, ölümünden yaklaşık 30 yıl sonra tesadüf eseri meraklı bir araştırmacı olan William Bateson tarafından ortaya çıkarılmıştır ve yeniden yayınlanmıştır. Sonuçta kim ne derse desin; genetik bilimi en az 30 yıl gecikmeli olarak, modern bilim dünyasının harika renkleri arasına katılmıştır. Genetik biliminin geçmişi ve geleceği üzerine tartışılırken, söz konusu gecikme ve gecikmeye neden olan olaylar ve kişiler çoğunlukla göz ardı edilirler. ‘Genetik çalışmalar, Mendel’le birlikte 30 yıl önce başlasaydı bilim dünyasında neler olabilirdi, genetik bilimi daha ne kadar gelişebilirdi?’ gibi ütopik bir soru üzerine, günümüz uzmanları sanırım hiçbir şekilde spekülasyon yapmak istemeyecektir.

Buradan bilim adına çıkarılacak temel sonuç az çok bellidir: Bilimin evrensel gelişimi hiçbir dönem ve hiçbir zaman tamamıyla durdurulamaz, ama bilimin gelişimi yavaşlatılabilir ve insanlara ulaşması geciktirilebilir.


Ortaya çıkan yeni bilgilerin insanlara ve insanlığa ne gibi yeni ufuklar, yeni düşünceler ortaya çıkaracağı üzerinde genellikle hiç durulmaz. Bunun en trajik başka örneği; güneşin dünya çevresinde değil, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü iddia eden Kopernik’in teorisini inkar edilmesi zor bir şekilde kanıtlayan bilim sevdalısı Galileo’nun başına gelenlerdir.


Siz de bilirsiniz, hepimiz zaman zaman gökyüzüne ve yıldızlara bakarız. Normal koşullarda; gökyüzüne bakıldığında gerçekten güneşin dünya çevresinde döndüğünü düşünmeniz, sahip olduğumuz ve çok güvendiğimiz muhteşem duyularımızın yanılgısına en güzel örneklerden birini oluşturur. Duyuların yanılması ve yanıltılmasına bildiğiniz gibi kitaplarda illüzyon adı verilir. Bilimin görevi, farklılığı ise olarak burada başlar: Bilim gerçek anlamda bu ve buna benzer illüzyonları kavrama ve çözebilme yeteneğine sahip olmayı gerektirir. Genel olarak bilim anlayışımızın gelişmesinin ve ilerlemesinin temeli her ne kadar sahip olduğumuz duyuların varlığını ve duyularımızın derinliğini arttıran yapıları temel alsa da, bazen duyular ve algılar da yanılabilir. İşte böyle bir durumun sigortası matematiktir. Çünkü insanların sahip olduğu duyular, varolan koşullara göre zaman içinde şekillenmişlerdir. Fakat matematikle ilişkilendirilmiş bir bilim anlayışı, bazen duyularımızın yanılgısından kaynaklanan illüzyonları da çözebilme yeteneğini de kendi içinde barındırır.



Bir çok alanda yaşamın varlığı ve devamı, gerçekten de illüzyonlar bütünü olarak görünebilir, her şey bir bakıma inanılmaz, gerçek bir mucize gibidir. Düşünen insanlar için maalesef burada çok fazla seçme şansı yoktur: İnsanlar bu aşamada söz konusu yollardan birini tercih etmek durumunda kalırlar. ‘Yaşama katlanabilmenin iki yolu vardır, ya her şeyin mucize olduğunu kabul edecekler, ya da hiçbir şeyin mucize olmadığını’[4] kabul edeceklerdir. Her iki yol da insanların mutlu olmasını sağlayabilir. Fakat bilim ve bilim adamlarının buradaki yolu her zaman bellidir. Bilim mucizelere, illüzyonlara inanmaz ve inanmamak zorundadır. Buna bilim alanında görülebilecek illüzyonlar, göz ve akıl yanılmaları da dahildir.

İllüzyonlar her yerde bilginin, matematiğin eksik veya yetersiz kaldığı her alanda ortaya çıkabilir ki, buna bilimin kendisi de dahildir. Fakat bilim kendi içinde varolan illüzyonlarıda, kendi içinde çözebilmek için vardır. Duyuların yanılgısından kaynaklanan yanlış bilgileri de, bu nedenle bilim zaman içinde kendisi düzeltebilir.


Düşünün; varolduğunuz ve yaşadığınız topluma ‘siz yanlış görüyorsunuz, güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde döner, duyularınız yanılıyor’ diyeceksiniz. İnsanların duyusal algılarına göre doğru kabul edip inandığı bir bulgunun, bilimsel anlamda saçmalığı ve geçersizliğini ortaya koymaya gayretinin bilim adamı açısından sosyal boyutu, oldukça acı verici ve bir o kadar da düşündürücüdür.


Galileo’nun başına gelen işte budur.


Bu nedenle bilim adamları bazen ‘deli veya çılgın’ ön deyimiyle sadece sözel olarak karşılaşmakla kalmaz, bu yönde bazen ciddi bir şekilde, bilimsel düşünceleri nedeniyle geçmiş zamanlardaki cezaların en ağır şekliyle, ‘ölümle’ yargılanmışlardır. Galileo’nun ayrıca bize gösterdiği önemli nokta; delilik ve dahilik arasında görünmeyen ince, hassas ve şeffaf bir çizginin sosyal hayat içinde sürekli varolabileceği, hiçbir zaman ortadan kalkmayacağı gerçeğidir. Bir çok insan kendi duyularıyla güneşin dünya çevresinde döndüğünü görür, haklı olarak duyularına güvenir ve yanıldığını kabul etmek istemez! Olay bu kadar basittir. Matematiğin olmadığı, sadece duyuların temel alındığı ve bu nedenle insanların tümünün ‘yanlış’ düşündüğü bir ortamda sizin matematik, fizik veya astronomi bilimiyle ilgili ortaya koymuş olduğunuz ‘doğru’ kavramınız, içinde yaşadığınız toplumun büyük bir kısmı tarafından anlaşılmadığı için, düşüncelerinizden dolayı ‘deli’ olarak tanımlanmanız için son derece kolaydır. Kilise işte bu nedenle Galileo’yu suçlu bulmuştur. Duyuların yanılgısı kavrayabilenlerin dışında, büyük bir insan grubunun da kiliseyi ve kilisenin kararını desteklemiş olması işte bu yüzdendir. Galileo kilise dahil, yaşayan her bireyin bizzat kendi gözleriyle gördüğü, duyusal olarak hissettiği bir olgunun, temelden yanlış olduğunu iddia edecek kadar mükemmel bir cesaret göstermiştir ki asıl takdir edilmesi, görülmesi gereken, bir çok bilimcinin kavrayamadığı nokta burada ortaya çıkmaktadır; her bilim insanında olması gereken, zor anlaşılan çok özel ve mükemmel bir yetenektir bu….[5]


Buradan her bireyin çıkaracağı sonuç farklı olacaktır...

Benim açımdan da öyle..

Birinci sonuç:
Nedendir bilinmez, kendisine yasaklandığı için yumurta yiyemeyen yaşlı teyzeyi bir daha hiç görmedim.

İkinci sonuç:
Yumurtayı[6] sevin diyecektim ama galiba çok geç kaldım….





Mevlüt Durmuş
Biyolog

20 temmuz 2008




KAYNAKLAR VE DİPNOTLAR



[1] Stephen B. Kritchevsky, PhD (2004). A Review of Scientific Research and Recommendations Regarding Eggs. Journal of the American College of Nutrition, Vol. 23, No. 90006, 596S-600S (2004). http://www.jacn.org/cgi/content/abstract/23/suppl_6/596S

[2] Emilio Ros, MD et al (2004). A Walnut Diet Improves Endothelial Function in Hypercholesterolemic Subjects. Circulation. 2004;109:1609-1614. http://circ.ahajournals.org/cgi/content/abstract/109/13/1609

[3] Kan akıtarak tedavi, enfeksiyonu olan hastaların damarları kesilerek bir süre kan akıtıldığında hastanın iyileşeceğine inanılırdı.

[4] Einstein söylediği bir söz. bkz Mevlüt Durmuş (2005) Kayıp Felsefe Genleri. Platin Yayınları.

[5] Manifesto; çarmıha gerilen molekül ve modern bilimin kolesterol masallarından…

[6] Luc Djoussé and J Michael Gaziano (2008) Egg consumption in relation to cardiovascular disease and mortality: the Physicians' Health Study. American Journal of Clinical Nutrition, Vol. 87, No. 4, 964-969, April 2008.
http://www.ajcn.org/cgi/content/abstract/87/4/964
Not: Şeker hastalığınız yoksa, haftada altı yumurta (6) kalp hastalıkları açısından risk taşımıyor ve kolesterolü yükseltmiyor…