Geçirdiğiniz bir kalp krizi sonrası
kolesterolünüz yüksek değilse, doktorunuz
kolesterol konusunu hemen unutacak,
sizin için özenle hazırlanmış
mültifaktöriyel riskleri ortaya koyacaktır!
Peki bu faktörlerin temelini
Hem kolesterol yüksekliği olan insanlar, hem de kolesterolü normal insanlar da kalp krizi geçirebiliyor. Sadece kolesterol düzeyleriniz dikkate alındığında ve damar sertliğine bağlı geçirilmiş olan kalp krizlerine bakıldığında[1], aslında kalp krizi geçirmeniz yazı tura gibi bir şey!
Artık bu açık bir şekilde biliniyor!…
Fakat burada bir sorun ortaya çıkıyor.
Günümüzde çoğu uzmanımızca ‘şu kadar kolesterol düşüklüğü, sizin kalp krizi geçirmenizi, damar sertliğinizi şu kadar engeller’ şeklinde yapılan araştırmaların doğruluğu da şüpheli bir hale gelmiyor mu dersiniz?
Madem ki, nesnel gerçeklerde kalp krizi geçiren veya damarları tıkalı olan insanların en az yarısının kolesterolü normal[2], kolesterolün düşük olmasının teorik avantajı sadece istatistiksel araştırmalarla sınırlı kalacak demektir. Şayet kolesterol miktarındaki düşüklükler, gerçekten kalp krizleri miktarında azalmaya yol açmış olsaydı, kalp cerrahları eminim daha az yorulacaklardı. Ameliyat, anjio veya kalp krizi geçiren hastaların tümünde, kolesterol düzeyinin belirgin bir şekilde yüksek olması aslında bu tartışmayı bitirebilirdi...
Kolesterol yüksekliğine bağlı istatistiksel iddialar, yaşanılan gerçeklerle çatıştı…
Damar sertilğine (ateroskleroza) bağlı kalp damar hastalıklarında, sorun sadece kolesterol yüksekliği olsa, sadece yüksek kolesterolü olan insanlar kalp krizi geçirse sorunu çözmek çok ama çok daha kolaydı. Fakat görüyoruz ki, kalp krizleri ve kolesterol ilişkisinde yaşanılan gerçekler göründüğü ve insanlarımıza anlatıldığı gibi değil…
Fakat siz yine de, yaşlılarda ölüm oranları ve kolesterol düzeyleri arasındaki ilişki inceleyen, kolesterol düştükçe ölüm oranlarının arttığını söyleyen, onlarca araştırmayı unutup[3], ‘kolesterol düzeyinde 10 mg/dl’lik düşüş, damar sertliğine bağlı kalp krizi riskini yüzde bilmem kaç düşürür’ ısrarlarına her zaman için hazırlıklı olun! Çünkü kardiyoloji dünyasının kısa vade de kolesterol saplantısından kurtulması hem teorik, hem de pratik açıdan pek mümkün değildir. Tek parametrelik kolesterol yüksekliğinde neden- sonuç ilişkileri ilk başından bu yana sürekli yanlış kurulmuş ve böyle devam etmesi istenmiştir. Neden-sonuç ilişkileri[4] 1960’lı yıllardan bugüne yanlış kurulduğu için, kolesterol yüksekliği konusundan kolay kolay vazgeçilmeyecektir!
Birim alanda partikül yoğunluğuna ve aynı zamanda partikül fizyolojisine bağlı kolesterol miktarı değişimleri, kardiyoloji dünyası tarafından kabul etmediği sürece insanlar bu ‘kolesterol’ kabusundan hiçbir zaman kurtulamayacaktır.
Bir yalan, farklı bir yalanı doğurur…
Elbette, kalp krizleri için başkaca ‘risk faktörleri’ni de biz de biliyoruz. Kolesterol dışı “multifaktöriyel risk faktörleri” denilen, fakat içeriği tam açıklanamayan kardiyoloji dünyasının çok sevdiği anlaşılması zor söylemlerden bizim de birazcık haberimiz var. İtiraf etmek gerekirse, biyoloji ve canlılıktaki bazı temel bir kuralı unuttuğumuz, sistematik düşünce sisteminden uzaklaştığımız ve boş bulunduğumuz bir anda, biz de bu multifaktöriyel risk faktörleri konusuna 3-5 ay takılıp kalmıştık….
Unutmayın, insanlara ‘risk faktörleri’ adı altında verilen bu olgular, normal kolesterol düzeylerinde yaşanmış olan kalp krizlerinin sorgulanması sırasında devreye giriyor, bu nedenle multifaktöriyel risk faktörlerini bir vatandaş olarak anlamanız çok önemli!
Biyolojik temellerle sistematik düşünüldüğünde, multifaktöriyel risk faktörlerini anlamak son derece basit ve anlaşılması en kolay konulardan biridir! Yani sanıldığı gibi mültifaktöriyel risk faktörlerinin anlaşılması hiçte zor değildir. Sadece detayla gerektiğinden fazla takılmayın yeter!
Kardiyoloji dünyasının görüşlerine göre, kolesterol dışındaki kalan ‘Risk faktörleri’ öylesine karmaşıklaştırılmış bir olgu ki, sadece bu açıdan baktığınızda konunun içinden çıkmanız bir hayli zor. Şayet kolesterol düzeyiniz normal durumdayken kalp krizi geçirmişseniz, multifaktöriyel risk faktörleri mutlaka devreye girecek, böyle bir durumda kolesterolünüzün yüksek olmadığına fena halde üzüleceksiniz demektir!
Size anlatılan, kalp krizine neden olabilecek risk faktörleriniz arasında neler yoktur ki: Genetik yatkınlık, karaciğer hastalıkları, akciğer hastalıkları, tiroid hastalıkları, böbrek hastalıkları, şeker hastalığı, sigara, şişmanlık, aşırı alkol, tansiyon, metabolik sendrom, hareketsiz yaşam şeklinde uzar gider liste.
Listeye baktığınızda, normal şartlarda 40-60 yaşına gelmiş bir insanın kalp krizi geçirene kadar, bu hastalıkların hiç birini yaşamamış olması imkansızdır. Bu nedenle, normal kolesterol düzeyinde kalp krizine yakalanmışsanız, her zaman bir risk faktörü sizde çok kolayca bulunur ve bu riskler (şaşıracaksınız ama) gerçekten de doğrudur! Fakat uzun vadede…
Peki geçirmiş olduğunuz damar sertliğine bağlı bir kalp krizi için, yaşam boyu geçirdiğiniz ve geçirebileceğiniz bütün hastalıklarınız neden birden bire risk faktörü olabiliyor dersiniz!....
Bu basit olguyu gerçekten kavramanız için, yaşamın biyolojik dinamiklerini ve gizemlerini biraz daha temelden anlatmamız gerekiyor!
****************
İnsan organizması, fiziksel olarak değişik ve birbirinden farklı organ, doku, hücrelerin oluşturduğu bir bütündür. Ve yaşam için önemli olan bu bütünlüğün korunmasıdır. Kısaca, hücreleriniz birleşerek dokuları, dokular birleşerek organları, organlar birleşerek canlı organizmamızı oluştururlar. Organizmanın düzenli işlemesi, bir anlamda organlarınız, dokularınızın ve hücrelerinizin birlikte düzenli ve sistematik bir şekilde işlemesine bağlıdır. Ve organlar arasında sürekli bir iletişimin, haberleşmenin varolması organizmanın ‘olmazsa olmaz’ ve asla değiştirilemez temel kuralıdır. Organizma içinde sürekli çalışan organlar arasında sağlıklı bir iletişimin doğal olarak birçok yolu vardır. Fakat organlar, dokular ve hücreler arasındaki iletişimin et etkili yollarından biri, organlarla ilişkili molekülerde ortaya çıkan moleküler değişim ve moleküler farklılaşmalardır. Moleküler değişim, moleküler farklılaşmalar ve moleküler yenilemeler olmadan organlar arasında sistematik çalışma sağlanamaz!
Bir organla ilişkili olarak ortaya çıkan molekülerdeki çok farklı, aşırı değişim ve farklılaşma, en az iki temel gerçeği ortaya çıkarmış olur:
1. Söz konusu moleküler farklılaşmaya, azalmaya veya yükselmeye (şeker yüksekliği vs) neden olan organınız rahatsızdır (örneğin, penkreas=şeker hastalığı). Organizma içindeki bütün moleküllerdeki değişim ve farklılaşmalar mutlaka bir organı, bir dokuyu veya hücre grubunu işaret eder
2. Söz konusu hasta olan veya işlevsiz kalan organ nedeniyle ortaya çıkan moleküler anlamdaki değişimler, mutlaka zaman içinde diğer farklı organların düzen ve sistemli çalışmasını da etkileyecektir. Çünkü bir organın fonksiyonlarının bozulmasıyla, organizma bütünlüğü zarar görmüştür.
Bizce, tam bu noktada, yani ikinci madde de kardiyoloji biliminin ‘risk faktörleri’ adını vermiş olduğu olgu devreye girer. Yani böbrekleriniz iyi çalışmıyorsa, akciğer hastalığı nedeniyle solunum olayında (sigara) düzensizlik yaşıyorsanız veya pankreas organı nedeniyle şekeriniz yükselmişse, söz konusu organlarda yaşanan düzensizlikler mutlaka kalp damar sisteminizi de kaçınılmaz olarak, bir şekilde etkileyecektir. Bizce biyolojik olarak bunda şaşılacak ve anlaşılmayacak bir durum yoktur.
Hatta, bazı durumlarda bir organda ortaya çıkan rahatsızlığın, farklı organları etkilemesi, farklı organlara zarar vermesi engellenebilir. Örneğin böbreklerinizde tedavisi gerçekten zor bir sorun varsa, yükselen (üre, kreatinin gibi) bazı değerler, diyaliz cihazları yardımıyla kandan uzaklaştırılabilir. Fakat unutmayın, bu durum böbreklerdeki temel sorunun bittiğini göstermez. Burada amaç böbreklerindeki rahatsızlığın diğer organları etkilemesini engelleyebilmek (diyaliz) ve organizmanın işleyişindeki bütünlüğü devam ettirebilmektir. Böylece böbreğiniz dışında kalan farklı doku ve organların zarar görmesi az da olsa engellenmiş olursunuz.
Şayet bu yapılamayacak olursa, kalp damar sistemi dahil bütün organ, doku ve hücreler, böbreklerde ortaya çıkan bu (üre, kreatinin yükselmesi) durumdan etkilenecek ve sonuçta organizma yaşamını bir şekilde kaybedecektir[6].
Aynı olgu pankreas organı ve şeker hastalığı ilişkisi içinde geçerlidir. Yüksek tansiyon, akciğer hastalıkları ve benzeri risk faktörleri içinde bu temel biyolojik kural hiç değişmez. Organlar üzerinde ortaya çıkan her hastalık uzun veya kısa vadede, farklı organların çalışmasını ve metabolizmasını bozmak yoluyla canlıya zarar verebilir…
***************************************
Multifaktöriyel risklerimiz arasında, bir de genetik faktörler konusu vardır. Sizlere sihirli bir sözcük gibi söylenmiş olsa da, genetiği mekanizmayı anlamak multifaktöriyel riskleri anlamaktan çok daha kolaydır.
Yaşam için gizemli yolların çizildiği temel biyolojik noktalar elbette genlerde başlar ve hiç kimse tarafından genetik etkiler inkar edilemez!
Fakat tıp bilimleri açısından unutulan durum çok farklıdır. Genlerimiz, canlı sistemler üzerindeki etkilerini mutlaka bir hücre, bir doku veya bir organ aracılığı ile ortaya çıkarmak zorundadırlar. Mutlaka genlerin etkili olduğu hücreler, dokular ve organlar vardır. Genetik etkilerin ortaya çıktığı, hücre ve organlar da, elbette hastalıklara göre çok farklı değişimler gösterirler. Örneğin şeker hastalığında, insülin yetersizliğine bağlı genetik etkiler öncelikle pankreas organına ait hücrelerde başlar! Ve bu organ ve hücrelerindeki fonksiyon bozuklukları, istenmese de diğer organları mutlaka bir biçimde etkileyecek, organizma bütünlüğü de bir şekilde zarar görecektir.
Ayrıca tıp dünyasındaki önyargı haline gelen, ‘bu genetik bir hastalık’ hiçbir şey yapılamaz düşüncesi de, her zaman geçerli değildir. Genetik etkilerin ortaya çıkmış olduğu doku veya organ gerçekten belirliyse, söz konusu organın değişimi (transplantasyon) sağlanabiliyorsa genetik olan sorun temelden çözülmüş olur! Örneğin genetik bir kolesterol yüksekliğinden (familial hypercholesterolemia) söz ediyorsanız, karaciğer nakli, bu konudaki bütün sorunları çözecektir ve uzun zamandan beri zaten ülkemizde de yapılmaktadır!...
***************************************
Bir önceki yazımızda da açıkladığımız gibi, kalp krizleri için mültifaktöriyel riskler adı altında insanlara sunulan riskler, aslında farklı hastalıklar sırasında ortaya çıktığını varsaydığımız (moleküler ve fiziksel) etkileşimlerden başka bir şey değildir.
Bu durumda bir konu açıklığa kavuşmuş olur.
Kalp krizleriyle ilişkilendirilen 'multifaktöriyel riskler' sizlerin önceden geçirdiği veya geçireceği bütün hastalıklar ve hastalık sonucu oluşan farklı moleküler etkileşimlerdir.
Sonuç olarak, kalp damar hastalıkları için, önceden yaşadığınız ve yaşamakta olduğunuz bütün hastalıklar risktir sonucuna ulaşırsınız. Şeker hastalığı, böbrek hastalıkları, karaciğer hastalıkları, akciğer hastalıkları vs vs.
İşte size multifaktöriyel riskleriniz: ‘Multi’ kelimesinin, yani Türkçesi ‘çok veya çoklu’ diyebileceğimiz kavramın yerine istediğiniz bütün organları ve hastalıklarını tek tek, ya da gruplayarak koyun. Böylece konu daha da anlaşılır olacaktır. Akciğer, karaciğer, böbrek, dalak, barsak…..
Biyolojik ve organizma bütünlüğü açısından multifaktöriyel risk faktörlerini tartışmak anlamsızdır. Hemen hemen her hastalık ve rahatsızlık sırasında organların sistematik çalışma bütünlüğü bir şekilde zarar görür veya bozulmuştur. Yani geçirmiş ya da geçirmekte olduğunuz bütün hastalıklarınız, kardiyoloji dünyasınca kalp damar sağlığınız için ‘risk faktörü’ sayılmaktadır. Hatta kelliğiniz bile buna dahil edilebilir!
Günümüz anlayışına göre, kalp krizi için insanlara sunulan risk faktörlerinin tümü dikkate alındığında, size anlatılmak istenen paradoks şudur:
Sadece hiç yaşamıyor olmanız halinde kalp kriziyle ilişkili risklerden kurtulmanız mümkündür!
Ve doğrudur!....
Yaşamak gerçekten de büyük risktir...
Mevlüt Durmuş
Uzm. Biyolog
25 Nisan 2009
[1] Ridker PM et al (2008). Rosuvastatin to Prevent Vascular Events in Men and Women with Elevated C-Reactive Protein. N Engl J Med 2008;359:2195-2207.
[2] http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=32831 (Sayı 749) Kalp cerrahı Prof. Dr. Binnur sönmez, ameliyat ettiği hastalar için bu oranın %60 olduğunu söylüyor.
[3] R.S. Spada et al (2007). Low total cholesterol predicts mortality in the nondemented oldest old. Archives of Gerontology and Geriatrics. Volume 44, Supplement 1, 2007, Pages 381-384
[4] Neden-sonuç ilişkilerini ayrı bir yazıda inceleyeceğiz
[5] %50 kalsiyum, %47 makrofaj ve hücre kalıntıları, %3 kolesterol
[6] Bu durum her ne kadar yüksek kolesterol düzeyi içinde geçerli gibi görünse de, görünüşe lütfen aldanmayın. Çünkü kanda kolesterol değil, küçük (small LDL) ve kanda kullanılmayan partiküllerin kandan uzaklaştırılması (LDL foresis) bu sorunu çözüyor gibi görünür. Fakat bu durumda organizmanın lipit ihtiyacı karşılanmadığı için, organizma üzerinde damar sertliğinden çok farklı yıkıcı sorunlar ortaya çıkar! Bu konuyu başka bir yazıda ele alacağız.