5 Nisan 2013 Cuma

Kolesterolden okside olmuş öyküler



 




Bazı kelimeler çok havalı söylendiği için
oldukça dikkat çekiyor, insanı da bilgili gösteriyor.
Çok bilgili olmasam da, elim değmişken bir de ben kullanayım dedim şu ‘okside’ kelimesini... 
 








Kolesterolden okside olmuş öyküler
 Kimilerine göre, bizim karşı olduğumuz muhteşem ilacımızın (statin) böbrek yetmezliği, şeker hastalığı, hafıza kaybı, kas ağrısı, cinsel fonksiyon bozukluğu, kas ağrıları, testosteron düşüklüğü gibi bazı basit küçük yan etkileri olsa da statinleri kolesterolü yüksek hastalarda kullanmaktan başka alternatifimiz yokmuş!
İşte bu düşünceler beni güldürüyor…
Yumurtanın bile farklı bir alternatif olduğunu  göremeyen, hala yumurtanın sarısını yasaklamaya devam eden bilim anlayışından, bilim insanlarından ve diyetisyenlerimizden çok şey beklememek gerekir. Çünkü  T.Kuhn'un değimiyle ' bilimin sürekli olarak paradigmaların değişimiyle geliştiğini' henüz bilmiyorlar, hala yirmi otuz yıllık bilgilerin geçerli olacağını sanıyorlar.
Fakat  bazı haberler de iyi:  “…Yapılan bir araştırmaya göre, yumurta tüketiminin toplam kan kolesterolü üzerinde etkisinin olmadığını gösterdi. Son zamanlarda yapılan başka bir araştırmaya göre ise, yumurta yemenin kalbi koruyan iyi kolesterol olan HDL seviyesini artırdığı belirlendi.” (1)
Biz de yıllardır söylüyoruz elbette ama haber yurt dışından olunca daha havalı geliyor insanımıza nedense!
Yumurta HDL seviyesini nasıl yükseltiyor, tabii konuyu anlamayan ama anladığını sanan araştırmacılarımız bu duruma da kesin itiraz edecekler. Bir de işin içine yine yumurta girdiği için bir daha bozulacaklar.  Yumurta deyip geçmeyin, yumurta konusu kardiyoloji dünyasının tepesinde her zaman bir kara bulut olarak dolaşacak, ta ki kolesterolün masumiyeti kabul edilene kadar!  Az değil, bir yumurta da 200 mg kadar kolesterol var! Hem yumurta yemeye izin (200 mg kolesterol) ver, hem de kolesterol düşürücü (statin) ilaç ver. Bu mantık çok kafası karışmış bir mantık...
Çoğu araştırmacı adını, normal değerlerini bilse de HDL’nin asıl fonksiyonunu bilmez ve yumurtadaki kolesterol ile bağlantı kuramaz! Çoğu araştırmacı HDL partikülünün, LDL partikülünün tam tersine kanda dolaşırken oluştuğunu da bilmez.
Peki siz biliyor muydunuz? LDL partikülleri hücre içinde, HDL partikülleri ise kan dolaşımında damarlarımızı rahat rahat turlarken oluşur, yani HDL hücre içinde olgunlaşmaz!
**********
Peki HDL partikülü neden önemlidir, ne yapar?
Çoğu kişi HDL partikülünde sayısal değerlere takılmıştır, oysa önemli olan HDL partikülünde ortaya çıkan sayısal değerden öte, HDL partikülünün kandaki işlevi, nasıl oluştuğu, ne yaptığı ve neden yaptığıdır veya ne yapamadığıdır.

LDL ve HDL partikülü ilişkisine geçmeden önce çok bilenler için, konuyu çok bildiğini düşünenler için de bir şeyler söylemeliyim. Çünkü okside LDL partikülüne çok takılıyorlar, okside LDL-kolesterol filan diyorlar. Kolesterol okside olmuş da, kolesterol suçluymuş gibi göstermeyi tercih ediyorlar. Oysa 'okside' kavramında, okside olan kolesterol değil, LDL partikülünün tümüdür. A, B , C moleküllerinden herhangi biri okside olmuşsa, oluşan bileşim ABC oksidedir, hangi molekülün okside olduğu önemli değildir. Partikülde bir tek kolesterol moleküne kimse okside oldu deme hakkına ve lüksüne sahip değildir, ben değil kimya böyle söylüyor.

 Okside partikülü bilen kişilerin, LDL partikülün neden okside olduğu, okside olan partikülün nasıl bu durumdan kurtulabileceği konusunda zerre kadar bir düşünceleri de yoktur. Çünkü temel bilim konularından HDL’nin fonksiyonu ve anlamını da unutmuşlar, sadece sayısal değerlere takılmışlardır.  Ve bu insanların yaşlanma biliminde (gerontoloji) oksidasyon teorisinin büyük bir yeri olduğundan, oksidasyonun sadece LDL partikülleri için geçerli olmadığından da haberleri yoktur diye düşünüyorum. Örneğin kanda şekeriniz birikim nedeniyle çoğaldığında, şekeriniz de okside olabilir, gider kanda oksijen taşıyan moleküllerinize (hemoglobine) bağlanır, siz de bunun ölçümünü yaparak (glikohemoglobin) üç aylık kan şekeriniz hakkında kabaca bir fikir sahibi olursunuz. Kısaca organizmamızda birçok okside molekül bulunabilir, kardiyologlar öyle bilse de oksidasyon-redüksiyon olayları sadece LDL partikülüne has bir durum değildir.

Okside LDL partikülü, sadece bir söylem olarak kaldığında, oksidasyonun içeriği yeterince anlaşılmadığında, içi boş bir tenekeleri hatırlatır bana.  Bazıları da tıngır tıngır bu tenekeyle kulak tırmalayan oyun havaları çalmaya devam ederler. Sihirli ve gizemli ‘okside’ kelimesini kullandıklarında, biraz top sakal ve tek bir küpe taktıklarında ne kadar bilimsel olduklarını önemli değildir, ne kadar bilimsel göründükleri, ne kadar bilimsel oturdukları, ne kadar bilimsel havalı cümleler kurduğu daha önemlidir.  Yani gerçek bilimsel düşünceye değil, savundukları bilimsel düşüncenin kendi çevresinde nasıl algılandığı ile ilgilenmektedirler, bunların doğruyu aramak , doğruyu anlamak gibi bir derdi de yoktur, bu kişilerle tartışmak da anlamsızdır. Çünkü anlamaya çalışmak için değil, anlamamak üzere yola çıkmışlardır...
Gerçekten de,  bazı dostlarım ve bana göre, ‘okside’ söylemi ile başlayan konuşmalar anlam ve içeriğinden uzaklaştırılıp sadece söylem olarak kaldığında ‘okside LDL’nin  içi boştur. Hücre içiyle ilgili konuşmalarda oksidasyon kelimesini duyduğunuzda mitekondri, lipoproteinlerle ilgili oksidasyon kelimesini duyduğunuzda HDL partikülü mutlaka hatırlanmalıdır.
Oksidasyon (ya da yükseltgenme), elektronların bir atom ya da molekül den ayrılmasını sağlayan kimyasal tepkimelere verilen genel bir isimdir. Bu açıdan bakıldığında okside LDL partikülü de elektron, atom ya da molekül açığı olan partikül anlamına gelmektedir. Unutmamak gerekir ki, oksidasyon, redüksiyon ve redoks gibi kimyasal kavramlar olmadan zaten biyokimyasal açıdan canlılık olmaz, okside LDL konusundan önce bunun çok iyi bilinmesi gerekiyor. Canlı sistemlerde atomlar, moleküller ve makro moleküllerde oksidasyon, redüksiyon ve redoks sürekli olarak gerçekleşmek zorundadır. Redoks daha sonra iç ve dış faktörlerle yeniden bozulmakta, yeniden okside ve redükte moleküller oluşmakta, bu durum sürekli olarak devam etmektedir. Dahası bunun için organizmamızda  birçok özel enzimler de bulunmaktadır. Örneğin oksidoredüktaz adını verdiğimiz enzim grubunun işi budur, molekülleri okside veya redükte ederler, moleküller arası değişim ve farklılaşmalar başlatırlar, bu hücrelerin ve moleküllerin birbirleriyle gerçekleştirdiği farklı bir iletişim yoludur!  Başka türlü biyolojik canlılık mümkün değildir.

Yaşam atomların, moleküllerin ve makromoleküllerin bir tahteravallideki  veya bir salıncaktaki muhteşem oyunundan başka bir şey değildir moleküller için, kısa vadede (dikkat gün değil, milisaniyelerle moleküllerde) sürekli iniş çıkışları olabilir! Yukarı çıkan aşağıya, aşağıya inen de yukarıya. Ta ki, oyunculardan biri oyunu bozmaya karar verene, oyundan sıkılıp çıkmak isteyene kadar! Biri yok ben aşağıda veya yukarıda kalayım dediği anda, bu  muhteşem oyun bozulur ve bu bize hastalık ve yaşlanma olarak geri döner, molekül dönüşüm, aktarım ve farklılaşmaları yavaş yavaş durur…
Kısaca biyolojik yaşam zorlanır.
Kanda okside LDL partikülü varsa, bu bir yerde elektron, atom ya da bir molekül eksiği var demektir.  Partikül temelinde redoks reaksiyonları henüz bitmemiş, oyun tamanlanmamış, zararlı olarak yanlış isimlendirdiğimiz partikülümüz sürekli olarak (LDL) okside durumda kalmış demektir.
 İşte burada tam da bu noktada HDL partikülü devreye girmeli, LDL partikülüne kendi yapısında bulunan bileşenlerden (kolesterol ve esterleri, fosfolipit vs) mutlaka  bir şeyler vermelidir.
Peki bu nasıl olur?
HDL partikülünden (CETP yardımıyla: Kolesterol ester taşıyıcı protein) LDL (ve VLDL) partikülüne kolesterol ve kolesterol esterleri aktarılmalıdır, başka türlü LDL partikülü okside formundan hiç çıkamaz ve kandaki bu reaksiyon tamanlanmadığı için LDL partikülleri sürekli kanda birikmek zorunda kalır, metabolize edilemez. Yani HDL partikülünden LDL partikülüne kolesterol ve kolesterol esterleri aktarılmalıdır! Yani kolesterol antioksidan gibi davranır! LDL partiküllerinin okside formundan kurtulabilmek için ‘kolesterol moleküllerine’ ihtiyacı vardır. (Ne paradoks ama?) Böylece, kolesterol molekülleri LDL partikülüne geçince, LDL partikülü okside olmaktan kurtulur ve LDL partikülü HDL partikülünden bazı moleküller aldığı için kendini partikül olarak büyütür ve  normal boyutlarına gelir.

Oksidasyondan kurtulan LDL partikülünde aynı zamanda, HDL’den aldığı kolesterol ve kolesterol esterleri nedeniyle, LDL partikülü temelinde  molekül artışı da gerçekleşmiştir. Bir çok araştırmacının okside LDL partikülü, benim ise genellikle küçük (small) LDL dediğim şey aslında aynı şeyi ifade ederler, bazılarının hala bu durumu anlamıyor olması gerçekten de çok tuhaf! Onlara sıradan bir biyolog olarak tavsiyem molekül ağırlığı, dansite ve hacim ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleridir. Partiküllerin fiziksel yapıları ve partikül üzerindeki molekül değişimleri ve partikül yoğunlukları beni daha çok ilgilendirdiği için, partikül bazında ben kimyasal terimleri değil, fiziksel terimleri tercih ederim. Partikül üzerindeki molekül değişimlerinin olduğunu, bunun da partikülün büyüklük ya da küçüklüğü ile ilgili olduğu (kendimi övmeyi sevmesem de) çok iyi bilirim, matematikle aram iyi sayılır. Bazıları da biyokimyasal terimlerle ‘oksidasyon, reduksiyon’ gibi terimlerle durumu anlatırken, havalı ve çok bilmiş göründüğünü düşünürler. Fakat bu durumda partiküllerdeki fiziksel değişimleri de mutlaka gözden kaçırır. Kısaca small LDL ve okside LDL terimleri, terim olarak aynı konunun farklı ifade tarzlarından başka bir şey değildir, biri fiziksel anlatım, diğeri kimyasal anlatım. Bu durumu bazı akademisyenlerin pek anlayacağını düşünmesem de bu böyle!..
Kısaca okside LDL ya da small (küçük) LDL partiküllerinin, HDL partikülünden gelecek kolesterol ve kolesterol esterlerine ihtiyacı vardır.
Aksi halde küçük (small-okside) LDL partikülleri metabolize edilemeyecek ve kanda birikecek, bu durum makrofajları (lökosit) harekete geçirecek, birikimi çeşitli şekillerde yok etmeye çalışacaklardır. Yani kanda LDL partiküllerinin hızla okside olması (milisaniyeler) normal, fakat sürekli okside durumda kalması anormal bir durumdur. Bu noktada üç sonuç dikkat çeker:
1)Partiküller  sürekli okside formda kalamazlar, makrofajları (lökosit) harekete geçirirler.
2) Daha da kötüsü, kanda yeterince HDL partikülü yoksa, HDL partikülünden LDL partikülüne kolesterol esterleri transfer edilemeyecek, LDL partikülünün de düştüğü durumdan kurtulması (okside, small LDL) mümkün olmayacaktır.
3) Kanda küçük partiküller (small-okside LDL) sürekli çoğalacak ve birikecektir. Böyle bir durumda yaptığınız kolesterol ölçümü yüksek çıkacak (göreceli yükseklik) ve kolesterol yüksekliği size ‘risk faktörü’ olarak takdim edilecektir. Size kanda  biriken- birikmek zorunda kalan (LDL) partiküller üzerinde kolesterolü ölçer ve elinize verirler. ‘Aman kanda kolesterol yüksek o halde kolesterolün hücre içinde oluşumunu engelleyelim, böylece kandaki kolesterolü düşürelim’ derler ve kolesterol düşürücü olarak  'statinler' tavsiye ederler!..
Tam bu aşamada modern tıp, düşünmez sadece yapar. Kanda oluşan LDL birikiminin gerekçesini, HDL’den gelmesi gereken ama gelmeyen-bir türlü gelemeyen kolesterol moleküllerini  unuturlar veya unuttururlar.(2)
İşte mesleğini seven bir hekimin karar vermesi gereken nokta tam da burasıdır!
Bu her bilim insanının düşünmesi gereken ciddi bir paradokstur. Kardiyolojik risklerle ilgili size bir yığın referans verirlerken asıl riski, okside olmuş LDL partiküllerindeki kolesterol molekülü acığını görmezler, size okside LDL deyip geçerler. Kardiyoloji dünyasının görmediği, sizin iki tane gerçek riskiniz vardır:
1) LDL partikülleriniz okside olmuş ve aynı zamanda küçülmüştür.  LDL partikülleri bu durumdan mutlaka kurtulmalıdır, yoksa kanda LDL birikimi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
2) LDL partiküllerinizin (okside, small LDL)  kurtulması ve metabolize olması  için HDL partikülünden (CETP) gelecek kolesterol moleküllerine, kolesterol esterlerine ihtiyaç vardır. Bunun için karaciğer dışı hücrelerin kolesterol sentezine ve-veya  besinlerden gelecek kolesterole (şilomikron) ihtiyacınız vardır, yumurta tam da burada bu aşamada önemlidir! Unutmayın HDL partikülü, olgun bir partikül olarak hücre içinde oluşmaz, kanda dolaşırken  bir bebek gibi yağ asitleri ve kolesterol molekülleriyle büyür ve gelişir.(3)

Konunun başında söylediğimiz gibi yumurtanın ve kolesterol içeren besinlerin HDL’yi yükseltmesinin  gerçek sırrı da buradadır, umarım anlatabilmişimdir!
‘İnsandan insana kan nakli gibi HDL partikül transferi  yapılabilir mi?’ sorusunu ve HDL partikül transferinin  ilkelerini daha sonra yazacağım.
Öncelikle kolesterol molekülü içeren etin, sütün, tereyağının ve  yumurtanın neden HDL partikülüne olumlu katkı yaptığını bilin yeter!

 
 
Mevlüt Durmuş
Uzm.Biyolog
www.kolesterolmasallar.blogspot.com
05 Nisan 2013



 Kaynak ve dipnotlar
1)http://www.turkishny.com/health-news/90-health-news/118765-yumurtanin-sarisi-ne-kadar-saglikli#.UVwODqY5mM8
2) Elbette, kanımızda başka LDL birikimine yol açan çok farklı genetik ve çevresel faktörler de var, bunlar için önceki yazılarımı okuyabilirsiniz.
3) http://www.beslenmebulteni.com/bes/index.php?option=com_content&view=article&id=1602:yal-besinler-iyi-dediimiz-hdl-kolesterolue-nasl-yuekseltir-&catid=78:kolesterol&Itemid=445

Hiç yorum yok: