30 Ekim 2007 Salı

Türk, ölümden kork, doktora git, ilaç iç, ameliyat ol!


Türk, ölümden kork, doktora git, ilaç iç, ameliyat ol!


Türk, ölümden kork, doktora git, ilaç iç, ameliyat ol!
ABD’deki bir reklâm kampanyasında, morgda bir cesedin üzerine “kolesterol ölçümü bunu önleyebilirdi” yazmıştı. Bu korku zehrini içmeden önce, gerçekten korkup korkmamak gerektiğini Uzman Biyolog Mevlüt Durmuş’a sorduk. iyibilgi özel

Arzu Aygen'in röportajı
Modern tıp denen “ekonomik sektör” hızla büyüyor. İnsanların insan veya hasta olmaktan çıkıp, para getirecek “mallar” gibi görülmeye başlandığı bu sektör, büyürken giderek ahlaksızlaşıyor. İlaç reklâmı yapmanın yasak olduğu bir ülkede, bilinçlendirme kampanyası adıyla hastalıkların (dolayısıyla doktor muayeneleri, ilaç ve ameliyatların) reklâmı yapılabiliyor. Televizyonda hemen her kanalda yayınlanan, muhtemelen trilyonlara varan bir bütçeye mal olmuş bu reklâmın bütün masraflarını Pfizer karşılıyor, hem de reklâmdaki ifadeleriyle “koşulsuz” olarak. Para almadan günahını bile vermeyecek bu şirket bir işe trilyonlarını neden yatırsın ki? Herhalde “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” diye düşünmüş olmalı. Belki, Pfizer’in bize gösterdiği “kork, doktora git, ilaç iç, ameliyat ol” yolunun sonu Pfizer’in yüksek paralara sattığı ilaçlara çıkacaktır. Belki, bu yolun, ille de Pfizer ilacına çıkması, rakiplerin saf dışı bırakılması için, Dubai’deki beş yıldızlı otellerde kardiyoloji doktorlarına “eğitim” verilmiştir bile. Belki, ilacın okul birincisi, Boğaziçi-ODTÜ mezunu, Amerika mastır’lı, iyi eğitim bulmuş ama vicdanını kaybetmiş, çok para kazanan ürün müdürleri satış hedeflerini tutturabilmek için bütün Türkiye’ye ilaç satmaları gerektiğini düşünüyorlardır. Belki Pfizer’in ABD’deki genel merkezi az gelişmiş ülkelerde büyük bir potansiyel görmüş, “pazarı genişletmeye” karar vermiştir? Belki Sağlık Bakanlığı’nın son derece isabetli bir kararla reçetelere sadece etken madde ismi yazılması (ilaç markası –adı yazılmaması) yolundaki adımlarına karşılık hasta ve doktorları bu şekilde etkilemek istiyordur.

Neyse, bütün bu varsayımları bir kenara bırakalım. Gerçekten korkmaya gerek olup olmadığını Uzman Biyolog Mevlüt Durmuş’a sorduk. Mevlüt Durmuş, “Çarmıha Gerilen Molekül: Kolesterol” ve “Kolesteroldeki Kaos” kitaplarının yazarı.

Sanki bir komploya kurban gidiyoruz. Her yere yeni hastaneler yapılıyor. Yeni hastalıklar icat ediliyor, devamlı yeni ilaçlar piyasaya sürülüyor. Hastalığa büyük bir yatırım yapılıyor. Birileri bizi hasta etmek mi istiyor, diye düşünüyor insan…
Üzülerek size, düşüncelerinizde yalnız olmadığınızı söylemek zorundayım. ‘Satılık hastalıklar’ deyimi artık halk arasında her gün kullanılır oldu, bu bilim adına gerçekten üzücü ve son derece yıkıcı… Sizin sözünü ettiğiniz sağlık etiğinin kapitalizm ve kazançla ilgili boyutu son derece can sıkıcı bir durum. Hipokrat insanları tedavi ederken önce para kazan demedi. “Primum nihil nocere” (önce zarar verme) demişti ve bugünkü tıp uygulamalarında Hipokrat’ın bu sözü göz ardı edilmeye başladı. Düşünebiliyor musunuz Afrikalı çocuklar üzerinde, çeşitli aşıların denendiği Nijerya’daki durumu... Söz konusu şirket karşılıksız, binlerce YTL harcayacak ve Türk televizyonlarına reklâm verecek… Burada iki amaç var; birinciyi zaten şu an konuşuyoruz fakat ikinciyi gözden kaçırmayalım: Söz konusu olay bir anlamda TELEVİZYONLARA verilen rüşvet anlamına da gelir... Reklâm alan televizyonlar artık bu konuyla ilgili, kolesterol düzeyinin tartışmalı konularında yayın ve haber yapamayacaklar, yaparlarsa reklâm gelirleri azalacak... Keşke söz konusu şirketler, reklâm sponsorluğu yerine Afrikalı çocuklara sıtma ilacı gönderselerdi… Biliyorsunuz her 30 saniyede bir çocuk ilaç bulamadığı için sıtmadan ölüyor… Çünkü sıtma ilacının kar marjı son derece düşük, bu nedenle sınırlı olarak üretiliyor. Yani hasta çok ama ilaç yok…

Pfizer 2003 yılında ABD’de yayınlanan bir reklâmında morgdaki bir cesedin üzerine “kolesterol ölçümü bunu önleyebilirdi” yazmıştı. Hatta Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu reklâmı kınayan ciddi bir yazı yayınladı. Bizim ülkedeki senaryo, morgda geçmiyor ama milletçe ne kadar çok ağladığımız ve hislendiğimiz hesaba katılarak “Babam ve Oğlum” filminden esinlenmişe benziyor. Bizi hislendirip korkutarak ne yapmaya çalışıyor bunlar?

İnsani korkuları kullanarak çeşitli şekillerde kazanç sağlamak, gerçekten ne bilim etiğine ne de tıp etiğine uyabilir. Fakat söz konusu ‘yüksek kolesterol‘ ile ilişkilendirilmiş söylemler gerçekten bilimsel olsaydı reklâmı bu kadar yoğun bir şekilde yapılır mıydı? Elbette hayır… İnsanlar bir şekilde artık bazı şeyleri sormaya ve sorgulamaya başladı. Sanırım kolesterol düşürücü ilaç (statin) pazarında, Türkiye biraz uyanmaya başladı, hastalar artık soru soruyorlar. Biz biraz duygusal bir milletiz burası gerçekten doğru… Sevgiyi de nefreti de anlaşılmaz bir coşkuyla yaşarız. Reklâm filmi duygularımızı uyandırmaya çalışsa da bir şeyi eksik bırakmışlar... Bizim gerçekten ‘âlim’ olan insan sayımız istenen seviyede olmasa da, ‘arif’ olan insan sayımız oldukça fazladır.

Bildiğim kadarıyla Türkiye’de ilaç reklâmı yapılması yasak. Peki, hastalık reklâmı yapmak serbest mi? Daha önce de çarşaf çarşaf lenf kanseri reklâmı yapılmış; terleyen ve uykusuzluk çeken herkes hastanelere davet edilmişti.

Bildiğim kadarıyla hem ilaç hem de hastalık reklâmı yapılamaz. Fakat bu duruma yakında Sağlık Bakanlığı’nın el koyacağını ve bazı konuları netleştireceğini tahmin ediyorum. Ben kendi adıma RTÜK’e hemen şikâyette bulundum.

Tekrar ahlaksız korku filmine dönersek… Şişmansak, sigara içiyorsak, hareketsizsek, yüksek kolesterolümüz, yüksek tansiyonumuz varsa “en yakında ölecekler” listesine giriyormuşuz. Onu Allah bilir, diyerek ilk cevabımızı veriyoruz belki ama içimizi de bir korku kaplıyor. Kardiyovasküler risk hesaplaması, yüksek risk grubu ne demektir mesela? Bazı ölçüm ve sayılara bakarak ölme ihtimalimiz mi hesaplanmış oluyor? Gerçekten korkmalı mıyız?

Hayır hiç korkmanıza gerek yok… Yapılan ve duygusal bir atmosferde dillendirilen düşüncelerin benim açımdan bilim felsefesi temelinde geçerliliği tamamıyla sıfır. Mutlaka bunu yapmak, risk faktörlerini hesaplattırmak isteyenleri elbette durduramam. Fakat köşe başında bekleyen sıradan bir falcının size bu konuda daha fazla şeyler söyleyebileceğine hiç çekinmeden bahse girerim. Yaptığınız işi, kaç yaşında olduğunuzu, yediğiniz yemekleri, karınızı, çocuğunuzu, stres ve sıkıntınızı falcıya söyleyin yeter! Yapılan iş biraz modern, biraz bilimsel görünse de inanın falcılıktan farklı değildir. Bilimin işi reel olayları çözümlemektir, geleceğe ait yorum yapmak başkalarının falcıların işidir.

Korkmamız gerekiyorsa nelerden korkmalıyız?

Her şeyden önce bir biyolog olarak, bazı doktorlardan farklı düşündüğümü belirterek konuşmamızı sürdürelim istiyorum. Sağlık ve sağlık alanında çalışan hekimler gerçekte bence manevi anlamda çok kutsal bir görev yapıyorlar. Bu nedenle onuruyla çalışanlar lütfen bu konuların tartışılmasından rahatsız olmasın... Fakat yapılan işin kutsallığı ve güzelliği son zamanlarda oldukça fazla zedelendi. Hatırlayın ‘primum nihil nocere’ (önce zarar verme) diye yola çıkmıştı Hipokrat… Bunu bilerek ve isteyerek söylemişti çünkü Hipokrat biliyordu ki; organizma dinamikleri, biyokimyası, fizyolojisi son derece karmaşık sistem ve dinamiklere göre varlığını devam ettirir. Bu dinamikleri tam olarak kavrayabildiğiniz zaman, insan sağlık sistemine müdahale etme hakkını elde edersiniz. Bilemediğiniz ve bilimselleşmemiş, matematiksel temellere dayanmayan yöntemler, teoriler tıp biliminin içeriğine sızmış durumdalar. Hatırlayın M.Ö. yüzyıllarda akıl hastalıklarına ait hiçbir şey açıklanamıyor ve zamanın hekimlerince kavranamıyordu. Bu nedenle akıl hastalığı olduğu düşünülen kişilerin kafatasına bir delik açmanın (trepanasyon) söz konusu hastalığı geçireceği inancı anlaşılmaz bir şekilde devam etti. Yani 17. yüzyıla kadar insanlar ve tıp adamları akıl hastalıkları tedavisinde kafataslarına delik açıp durdular. İşin üzücü tarafı bir milenyum (1000) yıl boyunca bu olguyu hiç kimse sorgulamadı…
Korkmamız gerekiyorsa nelerden korkmalıyız diye sormuştunuz sanırım. Farklı konulara tekrar girebiliriz, fakat ben kendi adıma sorgulanmayan, sorgulanması engellenen, maskelenmeye çalışılan olaylardan, sorgulamayan araştırmacılardan ve son olarak sorgulamayan toplumdan korkarım. İnsan doğası gereği sorgulamak, soru sormak zorundadır.

Sağlık sisteminin geldiği nokta birçok doktor, uzman ve gazeteci tarafından ağır eleştirilere maruz kalıyor. Örneğin Prof. Nortin Hadler "The Last Well Person: How to Stay Well Despite the Health-Care System- Son Sağlıklı İnsan: Sağlık Sistemine Rağmen Nasıl Sağlıklı Kalınır" isimli kitabında çoğu by-pass ameliyatının gereksiz yere –sadece para kazanmak için- yapıldığını söylüyor. 62 yaşında olmasına rağmen kolesterolünü ölçtürmüyor ve bunun gereksiz olduğunu söylüyor. Gerçekten de bu sistem nereye doğru gidiyor?

Bu sistemin çok iyiye gittiğini maalesef söyleyemiyorum. Az ya da çok hepimiz bir şekilde bu durumdan etkilenmekten kurtulamıyoruz. Öyle sanıyorum ki, var olmanın ve yaşamın mutluluğunu tam olarak özümseyemediğimiz için, bir şekilde sahip olma duygumuzu harekete geçiriyoruz, Eric Fromm da ‘haben und sein’da aynı şeyi ifade eder. Fakat bireysel olarak sahip olma güdümüzün sonu yok…
Modern yüzyılda tıp ve sağlık alanının muhteşem bir gelir kaynağı olduğu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. İlaç şirketlerini ve silah fabrikalarını dikkatle inceleyecek olanlar, bu şirketler arasındaki bağı da görecektir. İlaçların çoğu günümüzde hastalık tedavi etmiyor, sadece hastalık belirtilerini ortadan kaldırıyor. Günümüz tıp anlayışına isyan eden Nortin Hadler, Uffe Ravnskov dışında birçok araştırmacı var. Fakat onların da pek dikkate alındığını söyleyemem. Çünkü artık bilimsel düşünceler veya fikirlerin kendileri değil, kazanç olarak getirisi ön plana taşınmış durumda…
Bir de hastalık dernekleri var. Bu reklâmın üzerinden gidersek, Türk Kardiyoloji Derneği Pfizer’in kötü emellerine alet olmuş sayılmaz mı? Biz bu dernekleri “her kuşun eti yenmez” diyecek mert kuruluşlar zannediyorduk

Bu tip dernekler yurtdışında da var. Fakat Türkiye’de olduğu gibi çalışmıyorlar. Elbette katılımcılarından ve üyelerinden küçük bir bağış alıyorlar. Fakat söz konusu birikimleri konuyla ilgili araştırma ve çalışmalar için kullanıyorlar. Bizim derneklerin nasıl çalıştıklarını henüz kavrayamadığımı söylersem, hele reklâmlara çıkmalarını anlayamadığımı söylersem umarım kırılmazlar.

Sizce bu kolesterol tartışmasını bitirmenin bir deneysel yolu yok mu? Bu tartışma herhangi bir şekilde bitirilemez mi?

Bu konuyu son kitabımda yazdım fakat ilk defa iyibilgi aracılığı ile de söyleyelim. Benim açımdan matematiksel denklemler ortaya çıkınca 2003 yılında bu tartışma çoktan bitti… Fakat görmesi gerekenler bir türlü zahmet edip de görmek istemiyor... Benim elde ettiğim sonuçlar son derece olumlu sonuçlardı. Tartışma sadece bir şekilde bitebilir: Meraklı bir araştırmacı ‘total partikül tranferi’ni gerçekleştirdiği anda tartışma biter.
Tıpkı kan naklinde olduğu gibi partikülleri küçük ve sağlıksız olan insanlara, sağlıklı lipoprotein transferi son derece kolayca gerçekleştirilir. Herhangi bir risk söz konusu değil, çünkü zaten kan transferi günümüzde yapılıyor. Fakat yapılacak ‘sağlıklı lipoprotein transferi’ni yapabilmek için, kolesterol düzeyinin yüksekliğine ya da düşüklüğüne bakarak karar verilemez. Bunu yapabilmek için mutlaka kardiyologların ‘total lipoprotein partikül hipotezini’ bilmeleri ve incelemeleri gerekecek. Tek parametredeki kolesterol yüksekliğinin, partikül bazında geçersiz ve göreceli olduğu görülecek.
Kısacası ben sizin tek parametredeki kolesterol düzeyini, partikül transferiyle düşürebilir ya da yükseltebilirim. Fakat bu ilaç şirketleri ve modern bilimdeki kolesterol masalının sonu olur. Bu konudan çıkar sağlayan dernekler ve kardiyologların işi biter, bazı kolesterolsüz beslenmeyle ilgili yatırım yapan şirketler zor durumda kalır. Küçük çapta bir kriz olabilir. Bu nedenle bence, uzun bir süre hipotezi denemek isteyenler dahi, engellerle karşılaşacaklardır…
Bence bu tartışmayı yine yaşlı, yaşlanmaktan korkan çok zengin bir iş adamı bitirecek, uzmanları çağırıp ücretlerini verecek ve kendisine ‘sağlıklı lipoprotein partikülü transferi’ yapılmasını isteyecek, böylece bazılarının çok sevdiği kolesterol masalı, statin ilaçları da bitecek…
Hepimiz sağlıklı yaşamak istiyoruz. Özellikle kalp-damar sağlığımız için ne yapmamızı tavsiye edersiniz?

Özellikle, sizlerden ricam tek parametrelik kolesterol veya trigliserit diye bir şeyin kanda fiziksel ve reel olarak olmadığını unutmamanız olacak. Çünkü kanda daha önce de değindiğimiz gibi, lipit taşıyan değişik partiküller (HDL, LDL, VLDL vs) var. Biz söz konusu partiküllerin sadece kolesterol ve lipit kısımları üzerinde tartışıyoruz, fakat gerçekte bunlar birbirinden ayrılamazlar ve kardiyologlar bunu biliyor. Ve yaşlandığımız sürece söz konusu partiküllerimizde kolesterol ve değişik lipitler, partikül bazında azalıyor, partiküller kolesterol düzeyiniz ne olursa olsun sürekli küçülme eğiliminde...
Bu nedenle benim düşünceme göre, yaşla birlikte çeşitli türdeki lipitlere ve kolesterole ihtiyaç var. Hiç çekinmeden ceviz, fındık, badem gibi çeşitli yağ asitleri ve bitkisel steroid içeren besinlerden faydalansınlar. Yağlar ve yağlı beslenmeden korkmasınlar… Sadece beyaz undan yapılan yiyeceklerden belli bir yaştan sonra uzak kalmalarını tavsiye ederim.

Birileri bizim kafamızı fena halde karıştırıyor. Her gazetede farklı bilgiler var, neye inanacağımızı şaşırıyoruz. Biri çıkıp hamileyken somon yiyin diyor – sanki ülkede somon yetişiyormuş gibi. Sizin faydalandığınız, güvenilir bilgiler verdiğine inandığınız kaynaklar (internet, gazete, dergi, kitap) var mı?

Aslına bakarsanız sizin siteniz dışında, Prof. Dr. Ahmet Aydın’in http://www.beslenmebulteni.com/ sitesinden başkasına çok fazla güvendiğimi söyleyemem. Her türlü kitap ve dergi okuyabilirim. Fakat şu sıralarda Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın hazırlamaya çalıştığı taş devri diyetiyle ilgili bir kitap var, şimdi onu bekliyorum…
Verdiğiniz değerli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz...
http://www.iyibilgi.com/ ÖZEL

Hiç yorum yok: